Sonrası Hayat Öyle Güzel ki…

Ekrem Bora Belgin Doruk Hulusi Üstün

Kadim dostumdu, hayatıma ne zaman ve nasıl girdi bilmiyorum. Ben gözümü açtığımda o evimizin en baş köşesindeki yerini almış ve bizden biri olmuştu bile. Annem babam her akşam büyük bir ciddiyetle siyah beyaz ekranın karşısına geçip ihtilal haberlerini izlerken ben küçülüp ekranın içine girdiğimi düşlüyordum. Apoletli askerlerin arasına katılıyordum, fonda milli marşlar çalıyordu. Yürüdüğüm yolun iki yanında coşkuyla el sallayan kalabalığı selamlıyordum.

Kötü şeyler olup bittiği anlaşılıyordu belki ama her şey televizyondan bir annenin çocuğuna hayatın gerçeklerini anlatırken kullandığı özenli sözcüklerle aktarılıyordu bize. Gördüklerimizden, izlediklerimizden korkmuyorduk, ürkmüyorduk.

Sonrası büyülü, keyifli bir kutu oldu o. Ekranı hala siyah beyazdı ama küçücük dünyamızı öyle hoş renklendiriyordu ki. Hafta içi saat 17:30’da başlıyorduk onu seyretmeye. Hafta sonları saat 13.00… Bal tadında bir İstanbul şivesi çınlıyordu odalarımızda. Tanrı şahit, çocuk zihnimde yer etmiş bir tek kötü söz duymadım ondan. Karşısına geçip oturduğumuzda bizi birbirimizden utandırmazdı. Neşeli Çizgi Film kahramanları ve hiç duraksamadan, yanılmadan konuşan güzel kadınlar vardı. Neyi reklam edecek olsa alıp denerdik mutlak. Ona öyle çok güveniyorduk ki.

Günahı yok muydu? Vardı tabii. Her cumartesi gecesi saat 22.30’da yayınlanan Türk Filmleri annemi ağlatırdı. Bir hafta Ekrem Bora, Belgin Doruk’un peşini bırakmazdı, diğer hafta Erol Taş, Türkan Şoray’a olmadık hainlikler yapıp korkunç kahkahalar atardı. Nasıl da güzeldi annem o zamanlar. Saklamaya çalışırdı bizden gözyaşlarını, cumartesi günleri erkenden uyuyalım isterdi. Direnip odada kalırdık. Ağırlaşan göz kapaklarımızı zorla kaldırarak izlerdik olup biteni. Babam, senaryo olduğunu bile bile ağladığı için söylenirdi anneme. Omuz silkerdi o.

Acıklı da olsa her filmin sonunda artistlere olan sevdamız biraz daha artardı. Kızlar onlar gibi giyinir, delikanlılar onlar gibi tarardı saçlarını. O hafta çıkan filmin müziği bir hafta boyunca ıslıkla çalınırdı sokaklarda, seyredemeyenlere seyredenler anlatırdı olup biteni. Minnettardık televizyonumuza. Dünyanın dört bir yanını gezip adını bilmediğimiz diyarlarda dolaşırdık onunla. Bir akşam “İpek Yolu” Belgeseliyle Moğolistan’ı gezerdik, bir başka akşam annesini arayan “Marko” ile Buenos Aires sokaklarında dolaşırdık. O zamanlar Ajda Pekkan’la kimsecikler dalga geçmezdi, Müzeyyen Senar huşu ile dinlenir, Safiye Ayla’ya herkes saygı duyardı. Hepimizin gönlünde Hülya Koçyiğit kadar masum, Emel Sayın kadar nazenin bir prenses vardı. Biz onların hepsini bu siyah beyaz ekrandan tanıyıp hepsine ama istisnasız hepsine, hatta Sezen Cumhur Önal’a, Ertürk Yöndem’e bile minnettar kalırdık.

Yurdumuzu bu ekrandan tanıyıp daha bir sevmiştik. Demek bunca güzeldi memleketimiz, dağ taş bunca yeşil, sular bunca berraktı. Biz bu güzel memleketin dört başı mamur hale gelmesi için biran önce büyüyüp çalışmalı, çalışmalı, çalışmalıydık. Hep iyi örnekler vardı karşımızda. Memleketin en uzak köşesinde yaşayan vatandaşın bile kardan, tipiden, çığdan başka derdi yoktu. .

Öğretmenimizdi o bizim. Çocuklarımızın şefkatli dadısı, büyüklerimizin gönül eğlencesi, gençlerimizin sevdalısı idi. Ama neyimiz idiyse de olabileceklerin en iyisiydi. Bin yıldır bir arada yaşayıp da birbirini anlayamayan insanlar bu ekrandan Türkçe öğrenmişti. Nice insan okumayı oradan sökmüş, nicesi trafik kurallarını, tarihi, coğrafyayı bellemişti.

Sonra ne oldu da böyle oldu anlamadım. Renklendi, çeşitlendi, başka kanallar açıldı, yirmi dört saat yayın yapar hale geldi. Böylelikle hayatımızda daha çok yer eder oldu. Başlangıçta evimize taşıyacağı güzelliklerin artacağını, bize daha çok şey öğreteceğini düşündük. Fakat o sanki söyleyeceklerini bitirmişti. Önce Türkçe’si bozuldu. O baldan tatlı İstanbul tarzının yerine duyulmadık ucube seslerle konuşmaya başladı. Sonra şarkılar değişti. Mart kedisi tavrıyla bağıran genç kızlar çıktı ortaya. Karşısında ailecek oturamaz olduk zamanla. Mecburiyetten konuk ettiğimiz küfürbaz, çirkin bir komşu gibiydi artık. Utandırıyordu bizi, akla hayale gelmedik çirkinliklere şahit ediyordu.

Onunla birlikte bizim de kimyamız bozuldu. Bir vakit geçti aradan, alıştık ve biz de onun kadar arsız olduk.

. . .

Bir Metro kalabalığının içinde onun ne kadar değiştiğini fark ettim bir gün ve bu fark ediş canımı yaktı. Elimde kocaman bir çanta vardı ve ben nişanlımla buluşacaktım. Onu alıp gelinlik kıyafetinin provasını yapmak üzere Bakırköy’e götürecektim.

Yerin bilmem kaç metre altındaki metro istasyonuna konmuş kocaman bir ekranın karşısında buldum kendimi. “ Sıcak haber, son dakika! ” çığlıklarına dikkat kesildim. Irak’ta gazetecilerin kaldığı bir otel bombalanmış, bilmem ne kadar insan ölmüş, bilmem ne kadarından haber alınamıyormuş.

Sedyelerle taşıyorlardı insanları. Kolları bacakları, yüzleri kan içinde insanların farklı dillerde yardım çığlıkları karışıyordu birbirine. Ekranın gerisinde yanan bir otel görüntüsü vardı. Ben sedyeyle götürülen esmer kıvırcık saçlı kadının görüntüsüne takılıp kalmıştım. Otuz yıl önce Belgin Doruk’la Ayhan Işık için ağlayan annem gibi dev ekranın karşısında ağlayadurmuştum.

İnsanlar dönüp bakıyordu bana. Ben senaryo olduğunu bildiği halde ağlamasına engel olamayan annem gibi ağlıyordum. Utancımdan yüzümü saklıyordum. Kalabalıklar akıyordu önümden ben bir köşede ağlıyordum. Düğmesine bastığımızda bizi savaşın içine düşüren, şiddetin dibine sürükleyen, kopmuş bacakları gözümüzün önünde sallayan televizyona o gün gönül koydum. Sakinleştikten sonra bindiğim araçta söz verdim kendi kendime. Bu savaş bitmedikçe küs kalacaktım Televizyonla. Bağdat’a atılan her bombanın benim yüreğime de düşüp insan tarafımdan bir şeyleri öldürmesine eksiltmesine izin vermeyecektim.

İçinde televizyon olan bir evde yaşamak istemeyen biriyle evlenmiştim. Eşimin ilk işi televizyonu dışarı atarak evimizden cehenneme açılan penceresini kapamak oldu. Onu kaldırdığımız yere çiçek buketlerini, kitaplarımızı, bilgisayarımızı koyduk. Dostlarımızı ağırladık evimizin baş köşesinde. Evimiz çocuk cıvıltısıyla çınladı. Bir Müzeyyen Senar sesi oldu fonda, Safiye Ayla baharı muştuladı. Yağmurun sesini dinledik camdan.

İşte beş yıl var ki hayatımızda televizyon yok. Evimize gelen dostlarımız garipsese de biz ona küslüğümüzü sürdürüyoruz. Ondan gelecek olan hayrı da şerri de istemiyoruz. Onun yokluğu hayatımızdan bir şey eksiltmek bir yana öyle çok şey kazandırdı ki. Memleketi sarsan kaynana fırtınası bizim evimizde hiç fark edilmedi. Tüm ülkenin gözetlediği “birileri” ni biz tanımadık bile. Kimse bize var mısın yok musun? demedi. Onların varlığı da yokluğu da biz hiç enterese etmedi. Deva olamayacağımız dertleri öğrenmedik. Birbirini kesip doğrayan insanların dehşetini sadece duyduk bir yerlerden, şahit olmadık. Ömrü bir mevsim olsun sürmeyen üçüncü sınıf şarkıcıların çığlığı kulaklarımızı kirletmedi.

Biz onu kaybettiğimiz bir yakınımız olarak hatırlıyoruz artık. Uzay Yolu ile, Western filmleriyle, acıklı Yeşilçam uyarlamalarıyla yad ediyoruz. Bazen içimizi burkuyor yokluğu. Keşke eskiyi tekrar edip dursaydı, keşke hep o tatlı İstanbul şivesiyle konuşsaydı, keşke yapıp ettiği en büyük günah, vicdanlı kalemlerin yazdığı senaryolarıyla bizleri ağlatmak olsaydı. Keşke var olsaydı hala da çocuklarımız Heidi’yi, Şeker Kız Candy’yi, Vikingler’i, Esteban’ı izleseydi. Güvenle oturtsaydık çocuklarımızı karşısına. O bizim çocuklarımıza bizden daha özenle anlatsaydı hayatı.

Şimdi dostlarımıza, yakınlarımıza, sevdiklerimize evlerinin baş köşesine buyur ettikleri bu terbiyesiz, münasebetsiz, kaba saba konuğu kovmalarını tavsiye ediyoruz. Bir evi temizlemeye Televizyonu çöpe atmakla başlamak lazım diyoruz. Onu ve ekranından taşan seviyesizliği kapı dışarı ederek başlamalı yeniden. Sonrası hayat öyle güzel ki…

Hulusi ÜSTÜN

Sonrası Hayat Öyle Güzel ki…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön