Dost Portreler

Doksan sekiz kışında tanıştık onunla. Kitaplarımı okuduğunu, benimle tanışmak istediğini söylediler, kalktım gittim. Bir Holding’in halkla ilişkiler müdürüydü ve bu işi yapmak için yaratılmıştı sanki. Karşısındakine güven veren, her konuda söyleyecek sözü olan, hayat dolu bir adam… Bulunduğu odada ondan başka hiç kimse yokmuşçasına rahat konuşuyordu. Son derece zevkli giyiniyor, her hareketi ve sözüyle görmüş geçirmiş bir ailenin çocuğu olduğu hissini uyandırıyordu.

Tartışmasız bir şekilde şirketin en sevilen elemanıydı ve çalıştığı yerde son derece saygın bir yeri vardı. Rastladığı herkesi samimi bir şekilde gülümseyerek selamlıyordu. Beni de kırk yıllık tanıdığı gibi sıcak bir şekilde karşıladı. Oturduk, hal hatırdan sonra laf kitaplarıma geldi. Yorumlarından anlaşılan o ki satır satır okumuştu yazdıklarımı. Akla hayale gelmedik sorular soruyor, yerini bulamamış kalemime övgüler diziyor, öykülerime ilişkin son derece çarpıcı tespitlerde bulunuyordu.

O gün akşama kadar bırakmadı beni. Aynı şirket bünyesinde bir başka birimin müdürü olan eşiyle tanıştırdı beni. Ona inat, karşısındakine son derece mesafeli duran bir hanımdı eşi. Benimle tanışmış olmanın kendisi için bir şey ifade etmediğini fark ettiren bir üslupla elimi sıktı o kadar. İki eş birbirinden gözle görülür şekilde farklı, dahası birbirine alabildiğine zıttı.

Üçüncü görüşmemizde yazılarıma verdi veriştirdi. Yaşamanın zaten zor olduğu bir dünyada insanların kendilerine umut aşılayan eserler okumak istediklerini söyledi. Hayata daha pembe bakmamı öğütledi ve kalemime, üslubuma verdi veriştirdi.

 

hulusi-ustun-dost-portrelerBu konuşmanın, aramızda tatsız bir rüzgar estirmesinden endişe ettiği için o günden sonra daha sık arayıp sordu beni. Dünyası bir edebiyatçının hayal gücünü zorlayacak kadar pembeydi. Baharı karşılamak için kırlara çıkmaktan, çiçeklenmiş bir kiraz ağacının karşısına geçip saatlerce seyretmekten bahsediyordu. Olmadık şeylere övgüler diziyordu. Makarnanın her çeşidine bayılırmış, hayatta makarnadan daha lezzetli bir şey var mıymış?

O günlerde bana kapağında beyaz papatyaların olduğu bir defter hediye etti. İlk sayfasına “bu defter senin günlüğün olsun, sen ona hüzne dair hiçbir şey yazma…” notu düşmüştü.

Uyuyunca ölü gibi uyuyor, yemek yerken üç gündür açmışçasına yemek yiyordu. Şarkı söylerken herkese dinletmek istercesine bağırıyordu, gülerken duvarları çınlatıyordu. Çalışırken o kadar ciddiyetle yapıyordu ki işini, ondan başka hiç kimsenin o işin altından kalkamayacağını düşünüyordum.

Tanışmamızın üzerinden iki ay geçmeden diline Çerkes aksanı yerleşmişti. Şiveden öte ara ara Çerkesçe şakalar yapacak kadar kapmıştı bu özelliğimi. Halbuki tanıdığı ilk Çerkes bendim, benden sonra ikinci birini tanımak konusunda da çok istekli değildi. Yemeklerimize bayılıyor, et suyuna bizden daha çok sarımsak koyuyordu… Şarkılarımızı mırıldanıyor, danslarımızı beceriyor, sandalyeye atın üzerine oturur gibi oturuyordu.

‘Bu kasabada oturup küflenmek de niye? demişti bir gün. Bu laf üzerine bir dergi çıkarmaya karar verdik. İki yıl boyunca yayınladığımız Çıkın Edebiyat Seçkisi bu kararın sonucu oldu. Çıkın’ın dizgi ve mizanpajını bizzat kendisi yapıyor, matbaaya götürüyor, baskısını gerçekleştiriyor, bunların masrafını da büyük ölçüde kendisi karşılıyordu.

2000 kışında İstanbul’dan çağrıldım. Gideceğimi duyunca “ben de geleyim bari” dedi. İnanmadım, kasabadan ayrılışım üzerinden bir ay geçmemişti ki işini bırakıp İstanbul’a geldi. Bir ajans kurdu, İstanbul’daki evini ofise çevirip iş almaya başladı.

Ciddi para sıkıntısı çekiyordu o günlerde. Cebinde sadece sigara parası olduğu halde bulunduğum yere geliyor, benden para alıp bana yemek ısmarlıyordu. Ne neşesinden bir şey eksilmiş ne de kahkahalarının desibeli düşmüştü. Arabasına benzin koyamadığı günler uzun sürmedi. Kısa sürede işini gücünü oturttu. Tam bir reklamcı olmuştu o zamanlar. Kılığını kıyafetini, çevresini tamamen değiştirmiş, para kazanmaya başlamıştı.

Bu işi bir yıl kadar sürdürdükten sonra Topkapı’da bir matbaa açtı. Her türlü matbaa işini yapıyor, afişler, faturalar, dergiler basıyordu. Halini gören çekirdekten yetişme bir matbaacı olduğunu sanırdı. Darmadağınık bir masanın başında ağzında külü uzamış bir sigarayla buluyordum onu her seferinde. Beş altı tane çingene bulmuştu kendisine. Bastığı kağıt torbaların katlanması işini onlara yaptırıyordu. Onlarla birlikte çalışırken doğma büyüme Sulukuleli tavrıyla konuşuyor, ‘A be üğretemedim ben sana kiyat katlamayı be Yaşar Abi.’ diyordu. İş bittikten sonra okkalı kahve içebileceğimiz bir çınar gölgesi buluyorduk kendimize. Yine sandalyeye dimdik oturup anlatıyordu olup biteni.

Derken bir süre kafasını dinlemek istediğini söyleyip matbaayı kapattı, cep telefonunu iptal ettirdi, eşiyle bir süreliğine ayrı yaşama kararı aldı. Sırtında palmiye motifli bir Hawai gömleği, ayağında kısa pantolon ve sandaletlerle çıktı karşıma. Üç düğmesi açık gömleğinin yakasından zencilerin taktığı cinsten fildişi bir kolye görünüyordu. Güneyde bir yere yerleşecekmiş. Bıkmış İstanbul’un karmaşasından. Cep telefonunu kullanmayacakmış ama beni kontörlü telefondan ararmış. Vedalaştık, gitti. Bir yıl kadar tam bir bohem hayatı yaşadı.  Bütün Akdeniz kıyılarını kasaba kasaba dolaşıp takı sattığını haber alıyordum. Parasız, kimliksiz, eşyasız bir şekilde kumların üstünde sabahladığını kahkahalar atarak anlatıyordu.

Bir gün evimin kapısı çaldı. Elinde kocaman bir promosyon şemsiye ile kapıda duruyordu. İçeri girip kahkahayı bastı. Bir ilaç firmasında temsilcilik yapmaya başlamış. Takım elbisesi, kravatı ve parfümüyle tiril tiril giyinip doktorlara ilaç pazarlıyormuş. Doktorlar eczacılar bayılıyormuş kendisine. İyi bir maaş alıyormuş, araç, benzin, telefon, yemek parası da cabası… ‘nasıl özledim seni’ diyordu, kocaman kollarıyla sarılıp küçük bir çocuğu sever gibi gürültülü öpücüklere boğuyordu beni. Birlikte en kocaman tenceremizin içinde koyun eti kaynatıp ikişer kupa et suyu içtik, üstüne iki paket sigara tüttürdük. Kaybolduğu süre içinde öğrendiği Ege şivesiyle gezdiği kıyı kasabalarını, denizi ve tanıştığı insanları anlattı. Sonra oturduğu kanepede sızıverdi.

Bu işi de benimsemişti ve yine çok mutluydu. Kısa zamanda farmakoloji bilimine o kadar derin bir şekilde vakıf olmuştu ki bütün ilaçların terkiplerini yan etkilerini biliyor, doktorların kargacık burgacık yazılarını okuyor, reçeteleri açıklıyordu.

Hayattaki en büyük dezavantajı olan yakışıklılığı o günlerde başına büyük işler sarmaya başlamıştı. Akşamları Çatladıkapı’daki Marmara Kafe’de bir araya gelip dertleşiyorduk. Çok kolay şekil alan ruhu o günlerde Rasputin’in eline geçmişti. O da bu durumdan şikayetçi değildi. Çapkınlığı da layıkıyla yapıyordu. Bir akşam Sultanahmet’te gezerken bir tek bakış fırlattığı bir kız telefon numarasını yazıp eline tutuşturmuşu.

Çalıkuşu misali gönülden gönüle uçmak da yetmemişti ona. Bir gün altındaki arabasını, elindeki çantasını çalıştığı ilaç firmasına bırakıp hesabını kesti. Yurt dışına çıkacağını söyledi ve gitti. Telefonları yine kapalıydı. İki yıl boyunca haber alamadık ondan. Bir gün mail kutumda bir mesaj, mızıka sesinden, balıkçı Kemal Amca’dan, sarımsaktan ve Sezen Aksu’dan bahsediyordu. Yeniden bulduk birbirimizi. Her zamanki yerimizde buluştuk. Yanında sporcu tipli suratsız bir genç vardı.

Bana dünyanın bittiği yeri anlattı. Uzun beyaz gecelerden, fok balıklarından, koca buzul kütlelerinden bahsetti. İki yılın ardından dünyanın pek de matah bir yer olmadığını, Türkiye’den başka bir yerde yaşamanın kendisini mutlu edemeyeceğini anlayıp geri dönmüş, ikinci evliliğini yaptığı kız şizofren çıkmış. On beş günlük bir birlikteliğin arasından ayrılmışlar. Şimdi kafasına göre bir eş bulmuş kendisine. Birlikte yeni bir hayat kurma çabasındalarmış. İşe gelince, bir şirket kurmuş. Televizyonlar için güzellik yarışması organize etmiş, yurt dışına turlar düzenlemiş. İyi paralar kazanmış. Bilmem ne kadar alacağını tahsil edemeyince borçlunun evini basmış. Birkaç arkadaşıyla birlikte adamı kaldırmış. Sonra bu tahsilat yolunun kolaylığı cezbetmiş onu. Diğer alacaklarını da bitirmek peşindeymiş.

Hayretler içinde dinliyordum onu. Doğma büyüme Tophaneli gibi konuşuyordu. O bunları anlatırken yanındaki delikanlı bir hizmetkar tavrıyla sigarasını yakıyor, kül tablasını boşaltıyor, bir ihtiyacı olduğunda hemen yerine getiriyordu. Uzaklaştığı bir ara bu adamın kim olduğunu sordum.

-Bende bunlardan on beş tane var. Kanun yoluyla icra edemediğin alacağın varsa, sen kimin şapkasını beğendiğini söyle, onlar kelleyle birlikte şapkayı getirsin, dedi.

Ardından kahkahayı bastı. Sesi Marmara’nın üzerinde kayıp adalara doğru rüzgara karıştı.

. .

Arası çok sürmedi şirket dağıldı. Çevresindeki delikanlıların kıçına tekmeyi basıp yolladı. Kazandığı paraları kısa zamanda harcayıp yine sıfırı tüketti. Bir arkadaşının fabrikasında şoförlük yapmaya başladığını duydum. Bir duruşma sonrası Büyükçekmece’de buldu beni. Gömleğini sarkıtmış, ayağına eski bir kot geçirmişti. Suratında bir haftalık sakal, elinde otuzüçlük Oltu işi tespih vardı. Dünyaya şoförlük yapmak için gelmişti sanki. Kullandığı kamyonete bindirdi beni. Trafikte kendisini sıkıştıran, selektör yapan araçlara kamyonetin penceresinden başını çıkartıp şoför ağzıyla söyleniyordu.

. . .

Birkaç ay sonra Ramazan geldi. Bizimkiyle Çapa’da buluştuk. Daha halleşememiştik ki “ Vakit sıkışıyor!” deyip en yakın camiye koşturdu. Başındaki yeşil takkesiyle huşu içinde namaz kılarken seyrettim onu. Namazdan sonra ezan bekleyen emekli amcaların oturduğu banklardan birine oturup sohbete daldık.

-Ahmet ibn-i Hanbel ( H harfini tam mahreçten çıkarıyordu) Müsned adlı eserinde…. Diyordu.

Bana hayatımızdan çıkardığımız dinimizden, İslam’ın anlaşılamadığından bahsetti bir saat kadar. Sarılıp dualaşıp ayrıldık.

Derken Sultanahmet’te görülen bir duruşmadan sonra bir dostun Suriye’den gönderdiği kahve ve hel paketlerini teslim almak üzere Fatih’e geçtim. Aklıma düşüverdi bizimki. Telefon ettim.

– Kasımpaşa’dayım kardeş, Allah’ını seversen gelsene buraya. Dedi.

– Sen buraya gelsene, Fatihteyim.

– Gelemem iş saati, çalışıyorum.

Çalıştığı yerin adresini sordum, “ Kasımpaşa kahvesine gel ben seni burada bulurum”, dedi.

İstanbul’u gözlerimle okşayarak, Zeyrek’i, camii siluetlerini ve Haliç’i selamlayarak Kasımpaşa’ya gittim. Tarif ettiği kahvehanede bir sandalyeye oturdum.

-Kardeşim ! diye seslendi tanıdık bir ses.

Başımı o tanıdık cıvıl cıvıl sese doğru çevirdim. Belinde bir kahveci önlüğü ile gülümsüyordu bizimki.

– Çay ister misin, diye sordu uzaktan.

– Yolla, demli olsun, dedim.

Ne olduğunu tam olarak anlayamamıştım. Elinde bir bardak çayla geldi yanıma. Çayı masaya bırakıp elini önlüğüne sildi. Sonra kocaman bir kahkaha atarak sarıldı bana. Birkaç gün işsiz kalmış. Eh evde oturup televizyon seyredecek değil ya, bu kahvede ocakçılık yapmaya başlamış. Tatlı arkadaşlar edinmiş, üç beş kuruş para da kazanıyormuş, halinden memnunmuş.

Bu arada yanımızdan geçen bir meczup, bir evsiz, birkaç sakallı cüppeli yaşlı derviş, kalantor tipli birkaç adam ona hürmetle selam verip hal hatır sordular. Sipariş de eksik olmuyordu bu arada.

– Usta iki kahve çeksene,

Bana göz kırpıp karşılık veriyordu onlara.

– Şekeri nasıl olsun gül abim !

. . .

Nicedir birkaç dost portresi yazayım diyordum ya, öncelikle o geldi aklıma. Yazdıkça hatırlayarak, hatırladıkça gülerek, kahkaha atarak “Şekeri nasıl olsun gül abim!” kısmına kadar geldikten sonra içime bir kurt düşüverdi, acaba hakkım var mıydı bir insanın özelini bunca ifşa etmeye. Telefon ettim, bugünlerde müdürlünü yaptığı Türkiye’nin en büyük ajanslarından birindeki odasında bilgisayarın başına geçti. Yazıyı mail ettim. Biraz sonra mesajı düştü ekranıma.

– Güzel be kardeşim dedi. Eksik ama güzel.

Ben ona “ konusu senin hayatın olan bir yazı nasıl tam olur be kardeş!” diye bir cevap yazayım dedim, vazgeçtim.

Dost Portreler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön