Suriye’de Yaşananlar ve İslam Dünyası’nın Tanımlama Sorunu

Sosyal paylaşım sitesinde yayınladığım Suriye’de yaşanan kaosun bir özgürlük savaşı olarak değerlendirilmesinin yanlış olduğuna dair kanaatlerime çok farklı çevrelerden gelen şaşırtıcı tepkiler üzerine kapsamlı bir yazı ile düşüncelerimi açıklayacağımı bildirmiştim.

Evet Suriye’de yaşanan kaos bir Özgürlük Savaşı olarak vasıflandırılamaz. Bu savaşı özgürlük mücadelesi olarak değerlendiren, Bedir’le, Kerbela ile Çanakkale Savaşı ile mukayese eden Müslümanlar hata yapmaktadır, şöyle ki;

Öncelikle bu savaşın safları belirsizdir. Kim kime karşı savaşmaktadır? Bugün itibarıyla Suriye’de etnik, dinsel, ekonomik bir karşıtlıktan söz etmek mümkün olmadığı gibi mezhep temelli bir savaştan bahsetmek de bugün itibarıyla gerçekçi olmaz. Her ne kadar çatışmaların Nusayrilerle Sünniler arasında cereyan ettiği şeklinde bir intiba oluşturulmak isteniyorsa da bunun gerçekten ne derece uzak olduğu ortada. Zira Suriye nüfusu içinde ciddi bir yüzde oluşturan Sünni Kürtlerin,  ve Çerkeslerin safı hala belli değil. Gayrimüslimlerin durduğu nokta da kestirilememekte. Aynı ailenin içinde Esad taraftarı olanların da özgürlük talep edenlerin de bulunduğu şüpheden uzakken bu savaş neden verilmektedir? Savaşın ilerde mezhep esaslı cepheleşmesi İslam Dünyasının bütününde çok ciddi sorunlara sebep olacaktır. Eğer nihai hedef Esad’ın gitmesi ise sivil örgütlenme yolu ile bu maksada ulaşmak mümkün değil miydi?

İşin acı tarafı, bu kaosun içinden birden fazla etnik çatışma ve birden fazla dinsel savaş çıkma riskinin her geçen gün artıyor olması. Bu durumda Suriye gibi etnik ve dinsel anlamda Ortadoğu coğrafyasının en karışık ülkesinde bahar değil, uzun bir hazan mevsiminin yaşanması kaçınılmazdır. Zira ülkede şu an için yönetimi elinde tutan Nusayri azınlığın Sünniler eliyle yok edilmeye çalışılmasının İslam dünyasında farklı taşları yerinden oynatacağı kesindir. Böylesi bir savaşta öldürdüğü adam sayısınca sevap alacağını düşünen, Afganistan ve Çeçenya’da pratiği görüldüğü üzere reel ve entelektüel bir söylem geliştirememiş Selefilerin, Lübnan’da yoğun etkisi hissedilen, Müslüman ve Hıristiyan dünyası tarafından sahiplenilemeyen Dürzilerin ve İran’la bağlantılı Şii grupların rolünün ne olacağı kestirilemez. Öte yandan gün geçtikçe İslam dünyasının etkisine kendisini kapayıp Ortadoğu’daki karmaşanın içinden milli bir devlet çıkarmaya odaklanmış Kürtlerin kimin tarafından ne şekilde kullanılacağı belirsizken Suriye’deki savaşı bir dini başkaldırı olarak nitelendirmek hiçbir şekilde akla mantığa uymayacaktır.

Bu ülkede vaki durumun Arap Baharı olarak adlandırılan, fakat esasen şimdiye dek daha çok sonbahar etkisi uyandıran genel karmaşa çağı içerisinde değerlendirilmesinin önünde de ciddi engeller olduğunu görüyoruz. Arap baharının Libya’da, Tunus’ta yahut Mısır’daki cereyanı ile Suriye’deki cereyanı arasındaki farklılıklarını dikkate almak gerekir. Zira Libya, Tunus ve Mısır’da meydana gelen çatışmaların dinamikleri arasında bulunmayan mezhep farklılığı bu savaşın temel dinamiklerinden birisi olarak sunulmaktadır. Eğer böyle değilse Suriye’de kim kiminle savaşmaktadır?

Suriye’de diktatöryaya karşı bir savaş verildiğini kabul edecek olursak aynı İslam dünyasının farklı coğrafyalardaki diktatör yöneticilerinden nasıl olup da rahatsız olmadığı sorusunu sormak gerekir. Esad’ı zalim diktatör yapan her ne ise o şeyin Suud Kralını, Ürdün Kralını, Kuveyt Emirini, Umman Sultanını, Bahreyn Kralını nasıl olup da meşru kıldığını ciddi olarak düşünmek gerekir. Esad’ın bu saydığımız monarklardan daha az meşru olduğunu iddia etmek inandırıcılıktan uzaktır. O halde kendi diktatörlerinden memnuniyetsizlik belirtmeyen Müslümanlar Esad’a karşı nasıl olup da cephe oluşturmak iddiasına girişmiştir.

Bu ülkede yaşanan kaosu cihad olarak değerlendirenler nasıl olup da Amerika ve İsrail’le yanyana cihat ettiklerini sorusuna cevap vermelidir. Düne kadar Afganistan dağlarında Amerika’ya cihat ilan edenleri Suriye coğrafyasında Amerikan politikaları ile uyumlu bir savaşın mücahitleri haline getiren saik üzerinde düşünmelidir.

Düne kadar iyi kötü bir devlet yapısının var olduğu Suriye’de savaş verdiğini söyleyenlerin diktatörlerini alaşağı ettikten sonra nasıl bir yönetim tesis etmeyi tasarladıklarına dair bir veriye de sahip değiliz. Esad gidecek ve kim gelecektir? Eğer bu konuda nihai kararı Sünniler verecek olursa kim model alınacaktır? Selefiler nihai kararı verecek olurlarsa kimin kolunu kim kesecektir?

. . .

Soruları arttırmak, endişeleri çoğaltmak mümkündür? Mevcut karmaşa karşısında hayrete düşen Müslümanların öncelikle sorunun sebepleri üzerinde fikir birliği etmeleri gerekir.

Son üç asır, İslam dünyası için kesintisiz mağlubiyetler çağı oldu. Bu mağlubiyet çağı ve sonrasında yaşananları aynı zamanda İslam Dünyası için yanlış tanımlamalar çağı olarak adlandırmak da mümkün. Bu süreçten çıkan Müslümanlar kimi zaman farklı cephelerde verilen savaşlara yanlış anlamlar yükleyerek ümmet moralini canlı tutmaya çalıştılar. Bunlardan belki de ilki Türkiye Kurtuluş Savaşı idi. Bu savaşın neticesinde bağımsızlığını ilan eden Türkiye’nin yüzünü batıya çevirmesi kimi çevrelerde hayal kırıklığı ile, kimi çevrelerde heyecan ile karşılandı. Hayal kırıklığı ile karşılayanları Mehmet Akif ile Zahid el Kevseri, heyecan ile karşılayanları da Emanullah Han’ın şahsında değerlendirmek mümkün.

İslam Dünyasında açılan bir iki cepheyi irdeleyerek bu başlığı açıklamak gerekirse: Yüzlerce yıl geriye götürülebileceğimiz emperyalist tasallutun sonucu olarak Birinci Dünya Savaşının ardından yenilgisi kesinleşen, küçülen, kırpılan, boyunduruk altına sokulan İslam Dünyasının onur savaşı verdiği Filistin’i hatırlamalı. Hem din, hem vatan, hem yaşam hakkı uğruna savaşan Filistin’in haklı davası İslam ümmetinin mazlumiyetinin simgesiydi en çok. Meşru bir sebebe dayanmayan işgal vardı orada, insanlar evlerinden çıkartılıyordu, sürülüyordu, öldürülüyordu, toprakları ellerinden alınıyordu. Kolları kırılıyordu, ulaşım, haberleşme, ibadet gibi hakları kısıtlanıyordu. Fakat İslam’ın kutsal beldelerinin de işgal altında olmasına rağmen İslam dünyası bu cephede başarılı bir savaş veremedi. Anlaşmazlığın günümüze yansıyan ‘Van Minut’ aşamasında bile yardıma giden gemide hayatına son verilenlerin şehit sayılıp sayılmayacağı konusunda ortak bir tavır sergilenememiş olması yanlış tanımlamanın örneklerinden birisiydi.

Ve Afganistan… devlet eliyle dini ortadan kaldıracağı söylenen komünistlere karşı açılmış bir cihat cephesiydi. Toprak rengi Afganileri, çıplak ayakları, uzun sakalları ile dünyanın görmek istediği özgürlük savaşçısı tipine uymasa da mücahitler Amerika tarafından destekleniyordu. Fakat hiçbir Müslümanın Afganistan’da verilen mücadeleyi karalaması mümkün değildi. Yine işgal vardı çünkü yine çocuklar ölüyordu. İşgale karşı verilen kahramanca mücadeleden sonra ortaya çıkan durum Afgan halkının cephede gösterdiği beceriyi siyasi arenada gösteremediğini ortaya çıkardı. Sonuç olarak Afganistan’dan geriye tamiri yüzlerce yıl alacak yıkıntılar kaldı.

Yakın geçmişte Çeçenistan’da yaşananların en azından iki yüz yıl öncesine dayanan özgürlük mücadelesi geleneğinden kopartılması mümkün olmasa da 1999 sonrasındaki dönemde özgürlük savaşından ziyade cihat hareketi olarak tanımlandığı da ortada. Yukarıdaki iki örnekten farklı değildi orada da durum. En azından başlangıçta… işgal vardı, yine şehirler bombalanıyor, yaşam hakkı tanınmıyor ve sürülüyordu insanlar. Cephede dünyaya parmak ısırtan başarılar sergileyen bir avuç Çeçen halkına küçük politik manevralar sonucunda bütün bir halk olarak terörist imajı yakıştırıldı ve maalesef bu çirkin itham bertaraf edilemedi. Oysa bu savaşın tarihi kökleri üzerinde ısrarla durulsa ve iki asırlık direniş geleneği ile bağlantılanabilse idi dünyanın bu bölgeye bakışının daha farklı olacağı ortadaydı. Özellikle Selefi ve vahabi çevreler tarafından ciddi bir finansman ile desteklenen cihat söyleminin bu halkın varoluş kavgasını dünyadan kopartmaktan başka bir işe yaradığını ileri sürmek gerçekçi olmaz.

11 Eylül sonrasında Amerika’yı hedef alan cihat söylemleri de Amerika’nın sultasına son verilmiş bir dünyaya barış ve refah vaad etmekten uzaktı. Daha farklı coğrafyalarda daha çok insanın öldürüleceği dile getiriliyor fakat tanrının rızası uğruna öldürülmesi düşünülen bu insanlardan boşalan bir dünyanın daha müreffeh, daha huzurlu, daha rahat bir dünya olacağı vaad edilemiyordu.

Bu tecrübeler göstermektedir ki İslam dünyasında açılan hiçbir cephe huzur vaad etmemektedir.

Çünkü;

Öncelikle cihat kavramı modern anlayışla ele alınarak tanımlanamamış, çerçevesi çizilememiş, İslam dünyası bu kavram üzerinde müşterek bir tanım geliştirememiştir. Geldiğimiz nokta itibarıyla Afganistan’da birbirinin canına kasteden Peştun, Türkmen ve şii kabileleri de, Çeçenya’da direnişçilerle vuruşan sufistler de, Somali’de açlıktan kırılan halka deniz mahsüllerini yemeyi yasaklayan El Şebab da, Suriye’nin Şebbihaları da, kendisini özgürlük ordusu olarak nitelendiren gençler de, nerede ne şekilde ortaya çıkacağı belli olmayan el Kaide de cihat iddiasındadır. Fakat bu hareketlerin hiç biri entelektüel bir söylem üzerine bina edilmiş hareketler değildir.

Çünkü;

İslam dünyasının övünüp durduğu altın çağ bir yanılsamadan ibarettir. İbn-i kat Haldun’un söyledikleri İbn-i Haldun’un zamanında olduğu şekliyle kalmıştır. İbn-i Sina’nın keşiflerinin üzerine İslam dünyası bir şey koyamamıştır. Mikrobun varlığından Akşemseddin bahsetmiştir, fakat mikroskobu bir Hollandalı keşfetmiştir. Piri Reis’in haritasını çizdiği Amerika’ya Osmanlı bir gemi gönderememiştir. Cihat kavramı da dini terminolojide yer alan diğer bir çok kavram gibi Müslümanlarca ittifak edilerek tanımlanamamıştır. (Faiz, müzik, suret yasağı, tesettür gibi)

Çünkü;

İslam Dünyası Kerbela ile kan davasına dönen iktidar mücadelesinin içinden başını kaldırıp değerlerini tanımlamaya eğilememiştir. Öyle ki hezimetlerine zafer adı vermiştir. Mısır’da İslam medeniyetini yerle bir eden hükümdarını hala baş tacı etmektedir. Hala mezhep imamını siyasilerin talebine uygun fetva vermediği için öldürdüğünü itiraf edememektedir. Anadolu topraklarında barış geçmişinden bahsederken Timur’u, Yavuz’u, Celalileri, 1915’i, mübadeleyi, Dersim’i, Maraş ve Çorum’u, Sivas’ı ve Başbağlar’ı hesaba katmamaktadır. Bu yanlış tanımlamaların hepsi dini erdemlerin iktidar taleplerinin gölgesinde bırakılmasından kaynaklanmaktadır. Bir başka söyleyişle dün Mısır’ın işgaline gerekçe gösterilen Allah rızası iddiası bugün birilerinin iktidar talebinin gerekçesini oluşturmaktadır.

Şu an Suriye’de verilen savaşın İslam Dünyasında yanlış tanımlanıyor olması geçmişin yanlış tanımlarından bağımsız değerlendirilemez.

Bu tanımlama yanlışlıklarından dolayı günümüzde İslam dünyasının Kutlu Peygamberine hakaret edenlere taş fırlatmaktan başka verecek cevabı bulunmamaktadır. İşte bu tanımlama yanlışlıklarından dolayı İslam dünyası Suriye’de kaldırım üzerinde insanların kafasını kesen canileri mücahit sanmaktadır. İşte bu tanımlama yanlışlıklarından dolayı İslam dünyası Libya’da düne kadar hem Lat’ı hem Uzzası kabul ettiği firavununun cesedini sopa ile taciz eden palyaçoları, düne kadar ‘Bir ruh, biddem Neftik…’ sloganları ile uğruna ölme yeminleri ettikleri Nemrutlarının putuna Amerikan askerlerinin gölgesinde terlik fırlatan kişiliksizleri yanlış tanımlamaktadır.

Hulusi ÜSTÜN

Suriye’de Yaşananlar ve İslam Dünyası’nın Tanımlama Sorunu

Suriye’de Yaşananlar ve İslam Dünyası’nın Tanımlama Sorunu” hakkında 2 yorum

  1. Tipik bir türkiyeli sagci kafkasi ile yazilmis yazi. Cihadin entellektüel tanimi ile bu kadar kafa yoran yazar, İslam peygamberinin neden ümmi bir arap olup, entellektüel bir fransiz olmadigini kendisine bir gün sorar umarım. Hulusi Üstün, sen bir sürü süslü cümleler kurarark gerçekle arana bir duvar çekebilirsin ama hak ile batılın mücadelesi kiyamete kadar devam edecek. Selam olsun hakkin yanında olabilenlere…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön