Tatilin Ardından -2

Bu yıl erken düştük yollara… bir türlü gelmeyen yaz neredeyse biz de oraya gidecektik. Mayıs geçti, haziran sona yaklaştı, fakat hava pek kararsız buralarda. İstanbul’un curcunasına, keşmekeşine karışan gezi parkı olayları kayıkçı kavgasına dönünce iyice bunaldık. Gitmeli ama nereye… yazın olduğu yere, dostların olduğu yere, çiçeklerin olduğu yere…

Rotamız güney…

22 haziran sabahı erkenden yola çıktık, Yenikapı iskelesinde can dostum Ramzan Makaev ve ailesi ile buluştuk. Onlar da bir araba dolusu çoluk çocuk… Avusturya’dan gelen konukları da yanlarında. Şaka ile şamata ile Bandırma’ya indik, öğleye kalmadan Gönen’de Boğaziçi lokantasında kahvaltı keyfindeydik.

Gönen, yolumun üstünde olduğundan değil, yolumu düşürmesem esikliğini hissettiğimden geldiğim, kaldığım, sevdiğim bir diyar. Dostlarım var orada. Nitekim daha lokantadan çıkarken zamansız vefatının acısını hala unutmadığımız sevgili Şaban Kuyumcu ağabeyimizin muhterem eşi ile karşılaştık. Biz Gönen parkında soluklanırken Abdurrahman Kural Bey geldi. Gönen eşrafından, evi evimiz, gönlü gönlümüz bir ulu çınar Abdurrahman Bey.  Yıllardır büyük bir vefa ile sahip çıkar bize. İyi günümüzü, kötü günümüzü paylaşır. Onun konuğu olarak Bayramiç köyüne geçtik önce. Dalından karadut yedik, evinin verandasından Manyas gölünü izleyerek sohbet ettik. Sürgünden, Ethem Bey’den, Mahmut Bayram Hoca’dan, Şaban Kuyumcu’dan, gittikçe sessizliği artan, sesi kesilen, Çerkesçenin de mızıka sesinin de daha az duyulur hale geldiği Anadolu köylerinden bahsettik. Neydi bu halkı yurdundan çıkartan, yaban ellerde bu kadar tez aşındıran yok eden… sonrası ne olacaktı acep?

Cumhuriyetin ilk yıllarında bu bölgedeki Çerkes köylerinin doğuya tehcir edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisine bir ariza sunarak bu insanların affı ile köylerine dönmelerini talep eden Mehmet Fetgerey, ‘tehcir etseniz de etmeseniz onlar varlıklarını elli yıl daha sürdüremezler’ derken bugünleri öngörmüş demek… elli değilse de yüz yıl sonra işte o insanlardan geriye pek bir şey kalmadı. Çerkesçe dişleri dökülmüş yaşlıların dilinde artık. Bir meclis kararı ile değilse de modernitenin rüzgarıyla buralardan sürülmüş Çerkesler. Evlerini, tarlalarını, bahçelerini bırakıp dünyanın dört bir tarafında başka diller konuşur, başka şarkılar söyler, başka dertler edinir olmuşlar.

‘Dert çok hemdert yok!’ der ya şair, üç hemdert adam olarak konuştuk. Abdurrahman Kural, Ramzan ve  ben… yüreğimiz de Bayramiç köyü kadar boştu. Fakat, akşam Taştepe Köyünde Selçuk Kuş’un düğününde efkarımızı dağıttık.

Selçuk benim okul arkadaşım. Siyasal Bilgiler Fakültesi kantininde başlayan dostluğumuz hiç kopmadan bugüne geldi. Şura bura yirmi yıl… kırılmadan, darılmadan, küsmeden geçen yirmi yıl… arkadaş grubumuzdaki herkes evlenip barklandı. Aramızda geleneklere en bağlı olan Selçuk’muş, kendisini evlendirmeye gayret eden tüm yakınlarına karşı bir Gezi Parkı eylemcisi azmiyle direndi. Kırkından sonra Kafkasyalı bir Kabardey kızı ile hayatını birleştirdi. Sevgili annesi Özcan Teyzemiz, bu son işi de yüz akıyla bitirmenin huzurunu paylaştı bizimle.

Artık eskisi kadar kalabalık olmasa da aynı coşku ile akordeona tempo tuttuk. Kuban havaları, Kabardey havaları, Çeçen havaları eşliğinde silahlar sıkıldı. Eski şarkılar söyledik hep bir ağızdan, yüz elli yıl önce kopmuş bir bağı yeniden birbirine uladık o gece. Gönen’de yeni bir dost evinin temelini attık bu düğün ile.

Ertesi gün Gönen’den ayrılıp Erdek’e geçtik. Çok değil, yirmi yıl öncesine dek kumsalı ve denizi ile meşhur Erdek yine kalabalık fakat eskiden bu kıyılarda denize girmiş birisi olarak denizin ne ölçüde kirlenmiş olduğunu gözlemleyebiliyorum. Muhteşem bir ilahi sanat eseri olan Erdek kıyıları insan eliyle tahrip edilmiş. Deniz son derece kirli, buna rağmen kalabalık. Artık ölü bir su birikintisinden farksız kıyıya demirlemiş tekneler üzerinde, Norveç’ten ithal edilmiş balık pişiriyorlar. Değil Marmara’nın uskumrusu, tekiri, bu aylarda sebil olan sardalya bile ortalıkta yok. Gören olsa selam göndereceğiz. Envai çeşit deniz ürününün çıktığı Marmara insan oğlunun zalimliği karşısında çoktan pes etmiş. Günü birlik, serinlemek üzere kıyıya akın eden insanların yüzdüğü Marmara, tıpkı Truva önlerinde cenazesi sürüklenen Hektor gibi ölü ama görkemli.

Elimizi değdirmiş ve öldürmüşüz şehirleri… körfeze sülfirik asit fabrikası yapmışız, zehirli atık, evsel atık ne varsa denize boşaltıp tanrıdan iyilikler istemişiz kendimiz için. Su kararmış, deniz ölmüş, balık küsmüş… yeşil çalkantının ortasına demirlemiş kırık takaların üzerinde yaşı benim oğlandan büyük ithal balıkları ızgara yaparkenki halimize katıla katıla gülmeli mi, ağlamalı mı?

Keşke şair İlhan Geçer’in çocukluğundaki haliyle kalsaydı Erdek kıyıları…

Sonraki durağımız Edincik… İki yanı zeytin ağaçları ile çevrili yollardan, zeytinliklerle kaplı dağlardan geçip vardığımız Edincik, her zamanki gibi güzel, sevimli, şiir gibi. Sokakları taş döşeli, evlerinin önü asmalı, bahçeleri kuyulu. Hal böyle iken, insanlar bunlar da nereden çıktı der gibi bakıyor yüzümüze. Oturacak bir kafe, bir çay bahçesi yok. Dinlenmek üzere durduğumuz yerlerde insanların bakışları rahatsız ediyor hepimizi. Tarihi evlerin önünden geçip bir çınar altında serinliyoruz. Ziyane soyadlı bir hayır sahibinin yaptırdığı çeşme başına sandalye getiren çaycı ile sohbete koyuluyoruz.

Çaycı görmüş geçirmiş adam. Halden anlar, gönül ehli, eğitimli birisi… bizim gibi geçerken uğramış, yerleşip kalmış sanki. Yüz çizgileri Rumelili… suyun, denizin, dağın ötesinden…

Edincik burası… Marmara’nın incisi… vakti zamanında üzüm bağları ile ipek üretimi ile meşhur, bilmem kaç haneli, zengin bir belde… Rumlar gittikten sonra kasabada kalan ve kendilerine Manav denilen Türkmenler kasabanın ticari canlılığını sürdürememişler. Çoğunlukla soğuk, içe kapanık insanlar. Kasabaya yerleşen Rumelililer ise bu toprakların üretim geleneğini sürdürememiş. Biraz Rumeli Türklüğü, biraz Pomaklık kokuyor çevrede. Evlerin önü tertemiz, altı yüz yıllık Ulu Camii terk edilmişçesine bakımsız. Bahçesindeki koca sarıklı ulema mezarları da olmasa bizden daha garip, bizden daha yabancı bu güzel diyarlara… Sadece çevreyi izlemenin bile Tanrıya şükretmeyi gerektirdiği bu diyarda insanlar Tanrıya ve tabiata kapamışlar sanki gözlerini.

Bir kez daha anlıyor insan, mübadele bu topraklar için yıkım oldu. Bu toprakları şenlendiren insanlar gittikten sonra onların yerine gelenler buralarda iğreti durdu. Şüphesiz onların Rumeli’de bıraktıkları topraklar da buradan giden Rumlar tarafından şenlendirilemedi. Aradan yüz yıl geçtikten sonra bile toprak ile insanın uyumsuzluğu öylesine bariz bir şekilde göze çarpıyor ki. Sevecen ağaç gölgelerinden geçen feraceli anne de asık yüzlü, yanındaki kot pantolonlu kızı da…

Ertesi gün Bandırma’da kuzenlerimizin yanında dinlendikten sonra Kapıdağ yarımadasını keşfe çıktık. Açık havalarda Silivri sahilinden görünen bu yarımadayı şimdiye dek bütünüyle görmek kısmet olmamıştı. Arabayla Erdek yönünden keşfe çıkıp bütün kıyı köylerini dolaştık. Ocaklar, Narlı, İlhanlar, Doğanlar, Turanlar üzerinden Ormanlı köyüne giden tabiat harikası güzergahta el değmemiş koylar, muhteşem kıyılar, falezler ve dağlar hayranlık uyandırıcıydı. Bu kadar kısa bir mesafede doğanın bunca farklı oluşumu gözler önüne serdiği yarımada şimdiye dek gözümüzün önünde saklamış kendisini.

Fakat Kapıdağ’da sadece doğa değil, tarih de şaşırtıcı ölçüde zengin. Hadrianus tapınağı, sur kalıntıları, manastır, eski evler, çeşmeler… İnsanoğlu binlerce yıl önce tabiatın bu mutena köşesinde şehirler kurmuş, tapınaklar kurmuş…

Kültürel çeşitlilik de dikkat çekici. Adanın doğu kıyılarını çevreleyen Ballıpınar ve Kestanelik köylerinde Pomaklar yaşıyor ama bu insanlar Trakya’daki soydaşlarından son derece farklılar. Trakya’da Pomaklar daha dağınık ve çözülmüş bir görünüm arz ederken Güney Marmara’da daha muhafazakar, daha gelenekçi bir yapı gözlemleniyor. Öyle ki geleneksel yapının bozulacağı kaygısı ile köylerinde turizmin gelişmesine gayret göstermiyorlar. Onların bu hassasiyeti komşu köyler tarafından saygı ile karşılanıyor. Ormanlı köyünde bizimle birlikte çay içen dünya görmüş emekli amca, Pomak komşularına deniz kıyafeti ile görünmekten rahatsız olduğunu anlatıyor.

Tarımsal niteliği bariz olan Ballıpınar köyü kırmızı soğanı ile meşhur. Kestanelik de tarım ve hayvancılıkla geçinen bir köy. Bu köylerde turistik konaklama imkanı bulunmamakla birlikte doğal güzellikler açısından Kapıdağ’ın diğer kısımlarından farklı değil.

Yarımadanın kuzey kıyısındaki Ormanlı köyü Serez muhacirlerinden oluşuyor. Ömer Seyfettin’in talihsiz Beyaz Lale’sinin şehrinden… Trakya içlerinde, özelde de Silivri köylerinde azımsanmayacak sayıda Serez göçmeni vardır. Biz onlara Rumeli Yörüğü deriz. Hayvancılıkla uğraşır ve iç Egelilerin şivesini andıran bir şive ile konuşurlar. Ormanlıda karşılaştığımız insanların yüzlerinde tanıdık çizgiler yakalamamız bu yüzden demek…

Yarımadanın tam kuzey ucunda bulunan, dolayısıyla kuzey rüzgarlarına tamamen açık, son derece zor bir yolla çevre köylere bağlanan, dar bir tarım arazisine sahip kırk haneli Ormanlı köyünün küçük çapta tarım ve balıkçılık dışında tek geçim kapısı turizm. Zira İstanbul ve Bursa’nın hemen yakınındaki bu gözden ırak köyler, daha muhafazakar bir anlayışla tatil yapma imkanı sunuyor. Kumu son derece kaliteli, boğucu yaz sıcağında yüzümüzü rüzgara çevirebileceğimiz bir köşe… civarındaki saklı koylar tropikal adaları aratmayacak güzellikte kumsala sahip. Cazibesine dayanamayıp bin bir güçlükle bir koya yaklaşıyoruz. Karpuz kabuğu gibi düşüyoruz suya. Bu mevsimde Ege ve Akdeniz’in suyu ile kıyaslandığında kaplıca suyu gibi olmakla birlikte çıktığımızda vücudumuza yapışan küçük siyah noktaların pas olduğunu öğrenip üzülüyoruz.

Böyle bir diyar böyle mi hor kullanılır. Gel sen bu memlekette çevre hassasiyetinden bahsedenlerin samimiyetine inan. Acep fetheylemese miydi ecdat bu diyarları… acep herkes yerli yerinde mi dursaydı… kimyasal fabrikaları, santraller, şehir atıkları ile öldürdüğümüz Marmara ilk günkü gibi temiz kalır mıydı?

Kapıdağ ve Erdek’e ayırdığımız iki günün ardından Bodrum’a doğru yola çıktık. Eşim araç klimasının etkisi ile kendisini iyi hissetmiyor. Manisa’ya kadar gidip geri dönmeyi bile düşündüm. Fakat bu durumda da üç saat boyunca araç kullanmak gerekeceğinden devam etmek daha mantıklı geldi.

Yol boyunda kilo ile et, köfte, ızgara yazıları ile yolcuları davet eden kır lokantaları genel olarak özensiz. Garsonlar, komiler, işletme sahipleri hiç kimseye referans yapmaksızın, hiçbir müşteriye iltifat etmeksizin para kazanıyorlar. Bazı ciddi markalar haricinde müşteriyi güler yüzle karşılayan kimsecikler yok. En profesyonel çalıştığını düşündüklerimizde bile etler son derece gelişigüzel pişiriliyor. Salata malzemesinin yıkanmadığına, çay bardaklarının şöyle bir çalkalanıp yeniden kullanıldığına yemin edebilirim. Hal böyle iken çarnaçar birisine girip karnımızı doyuruyoruz.

Yine yol boyunda yer alan ‘bizim uçaklarla gitseydiniz şimdiye denizdeydiniz’ yazılı hava yolu şirketine ait reklam tabelaları başlangıçta hoş bir espri etkisi bırakırken yol uzadıkça biraz moral mi bozuyor ne…

‘Erişir menzil-i maksuda aheste giden!’ sözü uyarınca canım memleketimin emsalsiz güzelliklerini izleyerek bir yemek, iki kahve çay molası haricinde durmaksızın yola devam ettik ve akşam olmadan ‘Merhaba!’ dedik Halikarnas Balıkçısının ‘Merhaba’sına… ‘Merhaba… yokuş başına geldiğinde Bodrum’u göreceksin. Sanma ki geldiğin gibi gideceksin. Senden öncekiler de böyleydiler, akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler.’

Sevgili yakınlarım Şükran ve Filiz Hanımların bizim için hazırladığı akşam yemeği sofrası yol yorgunluğunu alıp götürmeye yetti. Bodrum’un deniz börülcesi, çalı börülcesi ve doğal ürünleri iki prensesin elinde adeta dile gelmiş. Emsaline kolay rastlanmayacak türden bir incelik ve nezahat ile servis edilen yemeklerin damağımızda bıraktığı tat unutulacak gibi değil.

Kaldığımız ev Ortakent sahilinde iki katlı bir yazlık… içi dekorasyon dergilerine kapak olacak türden özenle döşenmiş. Bütün mobilyalar eski, her şey el ürünü. Bodrum’un tamamına hakim olan beyaz renk, ev döşemesinde de tercih edilmiş. Üzeri el işlemeli beyaz örtüler, açık renk kilimler, beyaz mobilyalar, beyaz yemek takımları… beyazlar giyinmiş ev sahibilerimiz…

Bodrum’u diğer beldelerden farklı kılan en temel özelliği renkleri… mavi gökyüzü, turkuaz deniz ve beyaz evlerden ibaret bir renk birlikteliği değil bu. Envai çeşit çiçeğin görülmemiş renkteki tonlarıyla tamamlanan bir renk harmonisi. Bodrum çiçekler diyarı… akla ilk gelen begonvil, ama onun da moru, kızılı, beyazı var. Her bodrum evinin önü begonvillerle süslü… sonrası mimoza, begonya, acem borusu, yasemin, akşam sefası, manolya, gala, Japon gülü, petunya, fulya, lavanta… Bodrum’un çiçekleri sayıya gelmeyecek kadar çok.

Deniz, bizim denizimizle, Marmara’yla kıyaslandığında son derece temiz. Sabah saat 11.00 sonrasında koya gelen yatların bıraktığı atıklar sebebiyle sabah saatlerinden sonra denize girmedik. Kıyı hemen hemen boş. Bu yıl Bodrum’u gezi parkı olayları vurmuş. Rezervasyonlar iptal edilmiş, oteller pansiyonlar boş. Senede birkaç aylık canlılık dönemini bekleyen bodrum esnafı durumdan şikayetçi.

Bütün koylara ve köylere birer gün ayırmak şeklinde bir plan hazırlıyoruz. Sabah kahvaltının ardından denize girip yola çıkacağız. Günler uzun… Bodrum yarımadasını da adım adım gezeceğiz.

. . .

Turgutreis…

Ertesi gün batıya doğru yola çıkıp Bağla, Aspat, Akyarlar üzerinden Turgut Reis… Yarımadanın kuzeyinin gerçek reisi olan rüzgarlar karşılıyor bizi. Marinası, koyları, sahili, lokantaları ve doyumsuz gün batımı keyfi ile Turgutreis Bodrum merkezinden çok farklı değil. Yarımadanın kuzeyinde deniz güneye göre çok daha soğuk ve dalgalı. Öğle saatlerinde insanlar siesta yapıyor, çarşı pazar kalabalık sayılmaz. Çeşitli el ürünleri bulmak mümkün. Yapılaşma sanki fazlaca sıkışık. On yıl içindeki gelişmesi ve değişmesi dikkate alındığında bir on yıl daha geçerse hali nice olur düşünmek bile istemiyor insan. Bu kaçınılmaz son Bodrum yarımadasının tamamı için geçerli. Evet biz değdiğimiz beldeyi tüketmekte pek mahiriz.

Gümüşlük…

Binlerce yıldır bu kıyılardan karşı sahillere bakan her insan gibi hayranlıkla izleyip dolaştığımız Gümüşlük, gümüş rengi sularıyla, yürüyerek geçilen Tavşan Adasıyla, küçücük bir alanda gezip dolaşan herkes üzerinde bir mabet etkisi bırakan huzur dolu bir diyar. Yarımadanın diğer kısımlarında göze çarpıp insanı rahatsız eden zaman, burada daha az tahribat bırakmış sanki. Yüzü kıyıya çevrili evleri, balıkçıları, unutulmaz dondurması, mimozaları ile Gümüşlük yolu düşen herkesi kendisine aşık eden bir cennet köşesi.

Gümüşlüğe geldiğinizde Cevat Şakir’i anlıyorsunuz… insan neden Cevat Şakir olan adını Halikarnas Balıkçısı ile değiştirir… onu anlıyorsunuz çünkü bu kıyılara insanın müdahale etmediği, değmediği çağlarda buralarda yaşamak her türlü unvandan,  her türlü sıfattan feragat etmeyi haklı kılacak ölçüde güzel.

Gümüşlük’ü mekan tutmuş entelektüellerden, incik boncuk dükkanlarından, çay bahçelerinden bahsedecek olsak iki haftalık gezi yazısı ansiklopedik hacim kazanır. Dolayısıyla geldik geçtik diyelim, gitmeyenler, görmeyenleri teşvik edelim hepsi bu…

Yalıkavak da yarımadanın kuzeyinde yer alan bütün koylar gibi rüzgara açık, denizi dalgalı fakat temiz bir başka belde. Sokak araları ile sahili arasında çok fark gözlemleniyor. Güzel balık lokantalarında Bodrum gibi aşağı yukarı denizden doyması gereken bir beldeye göre pahalı sayılabilecek fiyatlarda leziz sofralara oturabiliyorsunuz. Fakat akşam yemeği için kıyıya yakın bir sokak içinde ulu Benjamin ağaçlarının serinliğine kurulu yalıkavak köftecisi daha isabetli bir seçim. Köftecide biz dinlenirken oğulcuğumun küçük bir parça köfte karşılığı yaşlı bir sokak köpeğiyle kurduğu dostluk unutulmaz bir tatil mizanseni olarak zihnimde asılı kalacaktır.

Yarımadanın kuzeyinde yer alan Göltürkbükü, Gündoğan, Torba ve Güvercinlik de uzun yazılara konu olabilecek güzellikte diyarlar. Fakat yarımadanın ortasında yer alan Dereköy sanki daha sıcak, daha buyur edici…

Dereköy’e giderken durup saatler geçirdiğimiz Dibeklihan ise eşine az rastlanır kalitede muhteşem bir kültür sanat külliyesi… mimari dokusu ile, ayak basmaya kıyamadığımız mozaikli zemini ile, birbirinden sevimli dükkancıklarıyla, lokantası ve sergi salonları ile bence Bodrum’un yüz akı bir yer. Dibeklihandaki bütün dükkanları teker teker gezdik ve ürünlerini inceledik. Şahin Paksoy’un resim sergisi ve Devrim Erakalın ahşap oyma eserleri sergisine zamanımız sınırlı olduğu için giremedik. Dibeklihan bir günde keyfi çıkartılabilecek bir yer değil.

Ölmek üzere olan bir dostu ziyaret etmiş de dönmüşüz gibi Güvercinlik’i gördük… Kimin boğazına sarılacaksın ‘katil insanlık’ diye. Kimden hesap soracaksın ‘bu cennete ne ettiniz!’ diye… Güvercinlik yakınlarındaki Tuzla Gölü, emsalsiz güzellikte bir kuş cenneti fakat suyu öldürmüşüz, rengi yer yer altın rengi, yer yer nefti, yer yer yeşil… flamingolar da uğramıyormuş zaten. Kuşlar geçmez olmuş suyun üstünden. Tek ayağının üzerinde durup boynunu bükmüş bir flamingo görmek hayali ile çevreye bakınıp duran oğulcuğum da ben de hayal kırıklığına uğradık.

Bodrum’da ziyaret ettiğimiz yakınlarımız ve edindiğimiz dostlara gelince; öncelikle dört yıldır burada yaşayan Şahende Başmanav’ın Bitez’deki atölyesinden bahsetmeli. Eğer onun bu atölyede olduğunu bilmeseydim atölye içindeki havayı koklayınca Şahende Abla’nın burada olduğunu anlardım. Elinin değdiği her şeyde ruhundan bir parça bırakan bir sanatçı o. Oturup uzun uzun sohbet ettik. Bodrum kalesinin vitraylarını yaptığından bahsetti bana. Boyadığı değirmenleri, üzerine eski paralar yapıştırılmış küpleri, resim çerçevelerini zevkle, keyfle izledim. Yorgun, zayıf ama mutlu gördüm onu. Sevdiği işi yapan insanlara has dinginliğinin içinde şiir okurcasına boyuyor, yaldızlıyor…

Öykülerimi okuyanların yakından tanıdıkları Müzehher Anne de Bitez’de. Güçlükle yürüyerek yolda karşıladı beni, elindeki küçük çaydanlıktan ılık sular döktü ayaklarıma. Durup durup sarıldı, adetimiz olduğu üzere karşılıklı sigara yakıp halleştik. Umduğumdan iyi buldum onu, sağlığı da morali de yerinde idi. Eski bir çaput bohçasını açar gibi geçmişten konuştuk. Konuştukça arttı ellerinin titremesi. Dualarla, gözyaşlarıyla uğurladı bizi.

Aybüke Baran’ın Yalıkavak’taki dükkanı aynı zamanda el sanatları müzesi… Onu da ziyaret ettik ki anmadan geçmek olmaz.

Bir de Bodrum içinde hediyelik eşya satan Murat Sert… Telefon kullanmayan, televizyon seyretmeyen, kendisine selam veren herkesle dostluk kurabilecek kadar sıcak bir insan. Onunla yaptığımız sohbet üzerine Halikarnas Balıkçısı’nın Gümbet, Türbetepe’de bulunan, müzesini ziyaret ettik. Kapı duvar, üzerinde kocaman bir kilit var, bahçesinde birkaç genç gürültülü bir sohbete dalmış… Balıkçının kabri oracıkta… kızım, rastladığı türbe başında dua eden romatizmalı bir yaşlı hanım tavrıyla küçük ellerini açıp dua etti onun için. Balıkçı’nın inanmadığı yaratıcıya dualar gönderdi, af diledi, iyilik diledi.

Halikarnas Balıkçısı Bodrum’da yeterince tanınmıyor sanki. Adı bu topraklarla özdeşleşmiş bu adamın hatırası şehrin girişindeki bir tabeladan daha fazlasını hak ediyor. Kitaplarından da, biyografisinden de haberdar olana rastlamadım. Murat, Balıkçı ile tanışmış, sohbet etmiş, birlikte balığa çıkmış kişilerden bahsettiyse de zaman sıkışıklığı sebebiyle onları göremedim.

Ve Aşir Şal… Bodrum’da edindiğimiz yeni dostumuz… en fazla kırk gösteren ama elliyi geçmiş bir delikanlı Aşir. Kırkağaç’ta envai çeşit el sanatı ürünleri ve antika ile dolu dükkanını bırakıp salı günleri Bodrum’a geliyor. İç Ege’nin dört bir yanından toplanmış eski eserler Bodrum’daki meraklıların karşısına çıkartılıyor. Aşir’i bilen bilir, Aşir de herkesin ne aradığını bilir. Müşterileri bellidir. Onlar Aşir’i arar bulur. Ahşap ekmek teknesine müşteri olduğunuzda ‘onun alıcısı belli, önce ona soralım’ der. Prenses Şükran da kadın işlerinin peşinde… ‘Aman Aşir, Osmanlı mendillerini getirdin mi?’

Şükran Abla ben beni bildim bileli el sanatı ürünleri toplar. İğne oyalar, kanaviçeler, eski çerçeveler, bindallılar, başörtüleri, yemeniler, çevreler. Dünya kadar para verilip alınan bu eserlerin her biri temizlenip kutular içinde muhafaza edilir. Onlarca konağı tefriş edecek kadar çok ve çeşitli bu işleri adeta bir sorumluluk hissi ile arar bulur ve alır.

‘Her biri göz nuru ile yapılmış bu işler bana neler anlatır bilsen… onları mezada çıkmış, pazara düşmüş görünce dayanamıyorum. Bu toprakların en kıymetli değerlerindendir bu işler. İpine, kumaşına, iş tekniğine ve motifine bakarak kitaplar yazarım.’ Der.

Onların satın aldığı kadın eserlerini gördüm. Çoğu eskimiş ve eprimiş olmakla birlikte değerdi. Kendisini işleyen, ören, oyalayan kadın çoktan toprak olmuştu muhakkak ama o renkler ak ketenler üzerinde yalazlanıyordu hala. Kimi Rum işi, kimi Ermeni işi, kimi Türkmen işi… bazılarının üzerine Osmanlı alfabesiyle, bazılarının üzerine Latin alfabesiyle tarihler düşülmüş. Eski bir yastık kılıfının üzerinde ‘iki genci mesud eden muhabbettir’ yazıyor. Bilmem, vakti zamanında bu yastığa baş koymuş, birbirine muhabbet duyup mesud olmuş iki genç ne oldu? Ama yastık kılıfını Prenses Şükran okşadı, özenle katladı. Yarın sırtımızı dayadığımız bir yastığa kılıf olacak, belki bizi de yeni yetme gençler gibi mesud edecek…

Aşir’de bizim gibi antika meraklılarını çılgına çevirecek çok malzeme var, ama bir süredir antikacılardan uzak tutmaya çalışıyorum kendimi. Bu pahalı ve zorlu zevk ruhumu iyice sarmasın diye… o sebeple fazlaca bir şey alamadık, ama gördüklerimiz hayranlık uyandırıcı idi.

Bitez’de kurulan eski pazarında da ilginç eşyalar bulmak mümkün aslında. Akla gelen herşeyin yer aldığı tezgahlarda dolaşmak da bambaşka bir keyif. Fakat artık antika vasfındaki eşyalar bu pazarlara çok zor düşüyor. Neredeyse imitasyon eserlerin antikaları oluştu. Bununla birlikte meraklıları için hala çok keyifli.

Ve döndük bu uzun ve keyifli geziden. Bu yıl deniz mevsimi geçmeden bir daha gelip bıraktığımız yerden gezmeye devam etmek üzere.

Tatilin Ardından -2

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön