KARADAĞ GEZİSİ

-Kirpi gibi bir bahçenin içinde birbirinin aynısı günler yaşayan adam ! Bir yolculuk yapmak iyi gelecektir sana. Şu eskiden dilinden düşürmediğin Çingene atasözünü hatırlasana… ‘Dünya saksı değildir, insan da ağaç değil.’ Bir yolculuğa çık, ama kendini götürme… Daha önce görmediğin bir diyar, daha önce konuşmadığın insanlar. Kumları sıcacık bir plaj ya da dağları karlı bir vadi…

-İsa nüzul etti, gel gidip görelim deseler şuradan şuraya gidecek takatim yok diyorum. Sen bana kumu sıcak plajdan, dağları karlı vadilerden bahsediyorsun.

-Bunun farkındayım… Fakat harekete geçersen gerisi gelir. İhtiyaç duyduğun yolculuk isteği için bir hedef koy kendine. Bir şey yapmak ya da birini görmek üzere çık yola.

-Kumdan bir kale bile yapamayacak durumdayım. Anlamıyorsun beni.

-O halde birini ziyaret et.

-Kimi?

-Bilemiyorum, görmekten mutlu olacağın birini. Görüp konuşabileceğin birini…

-İnsanların konuştuğu konuları anlayamıyorum artık. Onların da beni anlamadıklarını görüyorum. Konuştuğumuz dil bile farklı artık.

-Tanrı hamamböceğinin albinosunu bile çift yaratmış. Vardır konuşacağın birileri.

-Aklıma Sevan geliyor.

-Şu çok bilmiş densiz adamı mı? Karşısındaki herkesi Karamürsel sepeti yerine koyan…

-Ondan böyle bahsetmemelisin.

-Tam olarak öyle… Ama doğru bir tercih olabilir. Sen de görüştüğü herkesi Karamürsel sepeti yerine koyan bir adamsın. Git… sana o hissi yaşatsın. Bakarsın iyi gelir. Hem yemin edebilirim aynı dili konuştuğunuza, dedi.

İsteksiz isteksiz ‘tamam’ dedim.

Bu yolculuk böyle başladı.

. . .

-Gittiği yerde bir mevsim durmayan bu adam hakkında eğer ben yanına gidinceye dek yeni bir sınırdışı ya da sürgün kararı çıkmazsa şu aralık Karadağ’da. Karadağ dedikleri diyara gitmişliğim yok. Gerçi iki ucunun arası bizim evle Recep aga’nın çiftliği kadar olan bir ülkecik. Havaalanında görevli adama sorsan söyler Sevan’ın adresini. Ama ya gittiğimde uygun olmazsa… Gerçi İra ile yazıştık. Fakat olur ya birkaç günlük bir görüşme gerekir. İki, üç, dört gün desek… Beş gün olsun en iyisi.

Karadağ deyince… Uzun zaman önce nedense hayatımdan çıkardığım bir başka adam ar orada. Silivri’den sarı Hüseyin’in oğlu Kaan… Beni anan bir paylaşımını görmüştüm sosyal medyada. Son görüşmemizde selamını soğuk alıp başımı çevirmiş olmama kırılmış, yakınıyor. ‘Huyudur onun’ diyor.

Yalan değil. İnsanlarla atın üzerinden konuşan adamların torunuyum ben. Babam da öyle idi, dedem de. Fakat artık attan inmem gereken yaşa geldim. ‘Olgunluk Çağı’ diyorlar buna. Artık attan inmem gerektiğini sık sık hatırlatıyor eşim. ‘Sen artık delikanlı değilsin. Kırmayacaksın, kırılmayacaksın. Saracaksın, onaracaksın.’

. . .

Dağların arasına sokulmuş denizin kıyıcığına kurulu Tivat havalanı çıkışında beni bekleyen adam, vaktiyle tanıdığım genç Kaan değil. Seyrelmiş saçlarını ve sakallarını uzatmış. Kilo almış, yüzü solgunlaşmış. Balkan’ın havasının etkisiyle belki, genindeki Slavlık görünür olmuş. Sakinleşmiş, durulmuş. Beni arabasına buyur etti. Görüşmeyeli on yıl var. Nereden başlamalı bilmem… Beni en son görüşü nasıl da capcanlı hatırında.

-Balıkçıların orada, yüzünü diğer tarafa çevirip aldın selamımı…

-Kim bilir neydi halim. Bilirsin beni…

-Bilirim.

Yekpare kayadan oyulmuşçasına dik, çıplak dağların arasındaki vadiye sokulup kilometrelerce uzanan körfez boyunca, iki aracın zorlukla geçeceği genişlikteki yoldan geçiyoruz. Kaan çevreye ilişkin bir şeyler anlatıyor fakat onun sesi değil, gördüğüm manzaranın şiirsel etkisi yorgun zihnimi sarsıp uyandırıyor sanki. Hapisten yeni çıkmış bir mahkumun gözleriyle şaşkın, etrafı izliyorum… Yol kavisleniyor… Bitti denilen yerden yeniden başlıyor. Solumuzda uzanan su yolunun karşı sahilindeki haşmetli, azametli, kibirli dağların eteğinin suya değdiği yerlere kurulu birbirinden çarpıcı sahil köylerinin her biri birer Hoca Ali Rıza tablosu gibi. Yüz yıl, hatta elli yıl önceki Boğaziçi köylerinden geçiyor gibiyim. İşte Çengelköy, işte Kanlıca, işte Vaniköy… Tamamı taştan oyulmuş, her biri periler padişahının birbirinden güzel kızlarına benzeyen evlerin, kiliselerin, şapellerin, okulların, yalıların önlerinden geçiyoruz. Mavi göğün altında boz dağlar, çivit rengi deniz ve kıyı boyunca uzanan portakal ağaçları, mandalina ağaçları, kivi ağaçları, palmiyeler, defneler.

Balkon korkuluklarına kadar taştan oyulmuş, avlusu, sundurması belki yüzlerce yıl önce kesilmiş mermer parke taşlarla döşeli bir evin önünde duruyoruz. Şehvetten ziyade saygı uyandıran bir eski zaman hanımefendisine benziyor bu yapı. Alt katında benim dairem.

. . .

Elini suya soksana… Marmara’nın ‘ma-i müstamel’ine benzemiyor burada denizin suyu. Haydi dibindeki çakıl parçalarını sayalım… Bir, iki, yirmi, elli, milyon, milyar… Çekeğe bağlanmış kayıklar yaz gelince siya siya… Delikanlı olsam, dağların arasından yol bulup denize düşen ışıltının ortasında kürek çekerken sevdiceğime bir İstanbul şarkısı söylesem… ‘Dün kahkahalar yükseliyorken pencerenizden… Bendim geçen ey sevgili, sandalla denizden…’

Ah zaman… Sen ne yaptın benim gençliğime.

Gençlik gittiyse de hayaller canlı. Bu körfezde bir balıkçının oğlu olarak bir daha dünyaya gelsem, paçaları yırtık bir keten pantolondan başka bir şey olmasa üzerimde. Edmond Dantes gibi hazineler arasam şu dağların oyuğunda. Korsanlarla savaşsam, gemi donatıp uzak ufuklara yelken açsam.

Dağ deyince Hasan Dağı gibi, Ağrı gibi, Erciyes gibi sofrasına gelip geçeni buyur eden bir şark ağası değil burada dağlar. Zülkarneyn’in ördüğü sedde benziyorlar. Ürkütücü, korkutucu, haşmetli… Masalların kalelerine, Promethe’nin zincire vurulduğu Kaf Dağı’na benziyorlar. Sihirli, efsunlu, ilham verici…

Dünyadaki bütün nehirlerin, ırmakların, derelerin çayların ve çeşmelerin Yerusalim’deki Moriah tepesinin altından kaynayıp aktığını söyleyen Şark masalını her kim uydurduysa gelip şu dağın altından yol bularak denizin içine kaynayan suyu görmemiş olmalı. Kerem bu dağları delseydi, Köroğlu bu dağlara çıksaydı, Pir sultan bu dağlarla dertlenseydi… Ah Şark’ın görgüsüz, aklı kıt, maskara Kays’ı… Keçiden hallice kara kuru bir çöl kızı için mecnun olan, erkekliğin şerefini beş paralık eden soytarı… Gelip burada görseydin teni sedef, dişi inci, elleri gül dalından narince, endamı yerli yerinde dilberleri.

. . .

Hava limonata gibi… Eve yerleşip kısacık dinlendikten sonra Kaan’ın aracıyla sahil yolundan devam ediyoruz. Kimi zaman küçük boş koyları, sonra yeniden tek sokaktan ibaret yalı mahallelerini geçtikten sonra körfezin ucundaki Old Town’a, Kotor kalesine geliyoruz. Karşımızdaki dağın en yücesine dek uzanan surlara şapkayı düşürmeden bakmak ihtimali yok. Evliya Çelebi’den dinlemiştim ki vaktiyle Hısım Mehmed Paşa’nın yetmiş gün boyunca kuşatıp da alamadığı bu kaleyi yağmalamak üzere Sohrap Mehmet Paşa dokuz bin asker, üç bin piyade ile yola çıkar. Bizim elleri yumuşacık Evliyamız da katılıverir gazilerin arasına. Yol boyu nice avret ile oğlanı esir ederler, nice koyun, sığır, at sürüsünü önlerine katıp bu kal’anın önüne gelirler. Kös vurup Allah Allah derler. Kızıl kaya üstüne kurulu kale önünde beş yüz kafiri katl, beş yüzünü de esir ederler. Ahali kayıklara dolup kaleye kaçar. Amma ki ahalisi korkusuz keferelerdir. Gaziler limanda çamaşır yıkayan kızları alır götürür, kıyıya demirlenmiş kahve yüklü üç gemiyi yağmalar amma kaleden üzerlerine bir tek top atılmaz.

Tam olarak Evliya’nın çamaşırcı kızları tuttuğu yerde durup kalenin dışardan görünüşünü fotoğrafladıktan sonra daracık kıble kapısından içeri girdik. Üç asır önce nasıl ise o haliyle duran bir şehir burası. İki kişinin yanyana ancak yürüyebildiği dar sokaklar, bilmem kaç asır önce esir emeğiyle kırılıp şekillendirilmiş taşlardan yapılma merdivenler, hepsi birbirinden sevimli evler, saksılar, su kuyuları, çıkrıklar, gemi demirleri, gemici kalasları, fenerler, döküm kazanlar…

Kilise kapısının açıldığı genişçe bir meydanı geçtikten sonra bir balık lokantasının önüne kurulu masalara oturduk. Sağdan soldan kulağıma değen kelimeleri de anlıyorum. Temiz bir Rusça değil ama Rusça bilen birinin anlayabileceği bir dille konuşuyorlar. Sırplar kendi dillerini nasıl Rusçadan ayrı bir dil kabul ediyorlarsa Karadağlılar da kendi aksanlarını Sırpçadan ayrı bir dil kabul ediyorlar. Benim için üçü de aynı… Garsonla, dükkancılarla rahat bir şekilde anlaşıyorum.

İki sene önce olsa yemeğe ödediğimiz hesap karşısında dehşete kapılırdık. Şimdi bizde de pek farklı değil. Oysa evinde namaz kılan Anadolulu bir amcaya benzerdi bizim memleketin ekonomisi. Günün birinde durup dururken ‘gaipten bir ses duydum ki faizin düşmesi gerek’ diye naralar atarak kendisini evin camından aşağı attı. Konu komşu indik, sardık sarmaladık, evine getirdik. Sonra ertesi gün bir daha ‘faiz düşecek’ diye tutturup yine attı kendisini aşağı… Biz bir daha inip kucakladık, eve getirdik, yapma etme dedik… Sonra bir daha, bir daha… Derken bitkisel hayata girdi. Sonradan duyduk meğer bizim ekonomiyi temsil eden başı takkeli amcamız namaza durunca komşunun muzip oğlu ağzını mendille kapayıp sesleniyormuş ihtiyara. ‘Faizi düşürürsen kanatlanıp uçacaksın’ diye.

Halimiz böyle.

. . .

Yemeğimizi yerken Kaan’la konuştuk.

-Ne işin var oğlum senin burada?

Anlattı…

Doğuştan belliymiş kimi tüyünün mavi, kimisinin sarı, kimisinin yeşil, kimisinin mor olacağı… Büyüdükçe renklenmiş, papağan gibi hercai bir şey olmuş. Sağını solunu çevreleyen diğer kuşlar ‘vay senin alaca tüyüne…’ diye gagalamaya başlamışlar onu. Neyine senin etimoloji, mitoloji, dinler tarihi… Neyine gerek senin bilmem kaç tane kitap yazmak, aklına geleni söylemek… Silivrili Sarı Hüseyin’in oğlusun sen be kızanım… Mevzu arıyorsan sahilde kızlar, seçimde adaylar yeter… Akşam da börekle yoğurt… Daha ne istersin?

Hali vakti yerinde bir adam tanımıştım. Askerliği tamamlayıp memleketi olan Kayseri’nin Uzunyayla’sına dönmüş, iş yok güç yok… Bunalıma girmiş, kendisini asmaya karar vermiş. Urganı bulmuş ama urganı bağlayacak ağaç yok köyde. ‘Vay ben böyle memleketin…’ deyip terk etmiş yurdunu. İstanbul’a gelmiş milyarder olmuş.

Kaan da öyle… Bakmış o renklerle barındırmayacaklar memleketinde, kalkıp Karadağ’a gelmiş. Turizm sektörüne girmiş, internet üzerinden kiralanan üç beş pansiyonu var. Eşi ve çocukları sık sık ziyaretine geliyor. Arabası evi var. Burada ahbap arkadaş da edinmiş. Ama akşam olunca PC başına geçip memleketin gündemini yine karıştırıyor. Yayda da suç var, okta da suç var hasılı. Öyle ya kader dediğimiz seçimlerimizden başka nedir ki?

İki dost gibi konuştuk. Aynı kasabada bin yıl otursak konuşamazdık böyle. Bazen aşinalık bariyer oluyor insanların arasında. Yakınlık ülfete engel…

Yemekten sonra tekrar kayboluyoruz eski şehrin sokaklarında. Ortalıkta gözden kaçmaz bir tertip düzen. Evliya Çelebi ve diğer gaziler şehrin bütün çamaşırcı kızlarını alıp götürememiş olmalı ki sokaklar arap sabunu ile yıkanıp ahşap fırçasıyla silinmiş gibi tertemiz. Başka hiçbir yerde görmediğim ölçüde temiz. Adamın ağzından sakızı düşse toz bulaşmaz. Ne Kotor kalesinin içindeki turistik şehirde, ne körfez sahilindeki köy yollarında, ne suda ne karada bir tek atık, bir tek çöp görmedim diye yemin etsem yalan değil. Şimdiye dek gördüğüm en temiz diyar burası.

. . .

Kapıları kilitlenmeyen iki odalı tertemiz bir dairede misafirim. Gece uğultuyla başlayan fırtına homurtuya dönüşüyor. İnternetten kasvet, öfke, ümitsizlik, hesap dolu memleket haberleri okuyorum. İğreti bir uykudan sonra sabah… Dış kapıyı açıyorum karşımda boz bulanık bir manzara, deniz adam boyu coşmuş, dalgalar kıyıya park edilmiş arabaların üzerinden aşıyor. Karşı dağlar kurşun rengi… Gökyüzü gri.

‘Kötü yerde kışladık’ derdi annem böyle sabahlarda. Sonra şarkı türkü söylerdi. Onun sesiyle uyanırdık. Mutfakta kızarmış ekmek kokusu, taze çay kokusu… Şimdilerde ondan şarkı söylemesini istediğimde daha önce ondan hiç işitmediğim, çocukluğunda duyduğu deyişleri, türküleri söylüyor. En son dedi ki ‘Irmak kenarında yayılan taylar… var mı benim gibi emeği zaylar… Ben bir servi boylu yardan ayrıldım… Haberin oldu mu yıldızlar aylar.’

Servi boylu yârime bir mesaj yazıp günaydın dedim. İyiliğimi haber verdikten sonra Kaan’la birlikte Kotor pazarına doğru yola koyulduk.

Soğuk havaya rağmen surun önüne kurulu sabit tezgahlarda çevreden gelmiş çoğu kadın satıcılar bal, peynir, kurutulmuş et, pestil, sebze gibi şeyler satıyorlar. Hepsi bildiğimiz Trakyalı kadın tipleri… Ama sanki daha iri yarı, daha kemikli tipler. Tezgahın birinde kocaman bir domuz kafasının sağ ve sol yanı tütsülenmiş, tuzlanmış, kurutulmuş bir şekilde duruyor, yanında aynı işlemden geçmiş kocaman bir bacak… Kurutulmuş at eti ve at etinden sucuk, adam cesametinde tuzlanmış balık ve çiroz… Tevekkeli değil bizden daha iri, daha kemikli olmaları. Memlekette protein kaynağı bol…

. . .

Kaan, İra ile yazışmış. Saat 16.00’da feribot iskelesinde buluşup yemek için karşıya geçeceğiz. Lokanta Kotor körfezinin iki kıyısının birbirine en yakın olduğu yer olan Verice’de. Verice, zincir demek… Evliya Çelebi de bahsediyor buradan. Vaktiyle körfezin güvenliğini sağlamak üzere zincir çekerlermiş iki kıyı arasına. Bizim Haliç’imiz gibi.

Feribot iskelesinde arabamızı bırakıp bizi bekleyen arabaya biniyoruz. Şoför koltuğunda aranan adam… İçim fıkır fıkır oluyor. Arka koltuktan muzipçe sarılıyorum ona. Oynaşına naz yapan hoppa bir ergen kız gibi kıkırdayarak ‘Ay yapma Allaaşkına’ diyor.

Yanındaki koltukta oturan hanımcık İra… Sevan’ın hem eşi, hem yol arkadaşı, hem patronu, hem asistanı, hem vasisi. Telefonun diğer ucundaki adamla Rumca, yanaşmayla konuşur gibi konuşuyor. Ama gülümsediğinde yüzü küçük bir kız çocuğuna dönüşüyor. Kimi insanları görür görmez zihnimin ardında belli belirsiz dönen müziğin ayırdına varıyorum ya, İra’yı gördüğümde Nurhan Damcıoğlu’nun sesinden ‘Fındık kurdu…’ başladı. ‘Boyum kısa, aklım çoktur. Ah benim bilmediğim yoktur. Bana derler fındık kurdu. Çok aşıklar kendini vurdu. Ay ! Ay ! Ay!’

Karşı kıyıda feribot iskelesinin yakınında bir lokantaya oturuyoruz. İsa ikonasını andıran cenaze suratlı bir garson, deniz mahsülünden çorbamızı ve balığımızı getiriyor.

Sohbete başlıyoruz. Sevan konuşuyor… Yıllardır her pazar akşamı internetten yayınladığı sohbette olduğu gibi. Bir Karamürsel sepetiyle nasıl konuşulursa öyle… Hem de atın üzerinden inmeden. Kah gelinine laf sokan bir kaynana tavrıyla, kah el bebek büyümüş şımarık bir afacan gibi kıkırdayarak, kah düşük dozlu tahkirlerle, zeki esprilerle, sataşmalarla… Bu adamı biraz da fikrini dile getirirken büründüğü o benzersiz, riyasız hallerinden ötürü seviyorum sanırım. O sebeple o konuşurken ben at üstünde değilim. Keyifle, zevkle dinliyorum.

-Düşünmek, boş iş… Hiçbir faydası yok. Konforunu arttırmıyor insanın, daha mutlu etmiyor. Lüzumsuz, yersiz, bom boş bir iş.

. . .

Dünyanın doğusuna genellemek mümkün mü bilmem ama en azından kadim zamanlardan beri bizde adettir adamın renklisinden, elden ayrıksı düşüneninden, farklısından, albenilisinden hoşlanılmaz. ‘Enel Hak!’ diyenin derisini yüzer, ‘alem çiçek olsa arı ben olsam’ diyeni dara çeker, Mustafa’yı boğdurur, Rupen’i döverek öldürür, Sebahattin’i kaybeder, şairi hapseder, yazanı kovar, düşüneni mimler. Tespihin taneleri gibi aynı ister adam dediğini. Kargalar, martılar gibi hamsi balığı gibi, palamut gibi, zargana gibi hepsi bir cins, hepsi diğerinin aynısı.

Birbirinin aynı kafalara sahip insanların oluşturduğu katostrofinin adı düzendir bizim memlekette. Birbirinin aynı insanların inşa ettiği farklı kusurlarla malül evler bir araya gelir şehirlerimizi kasabalarımızı oluşturur. Birbirinin aynısı insanların ağızlarından dökülen nakıs bilgiler entelektüeliteyi besler, birbirinin aynı kafaya sahip insanların hezeyanları din müktesebatını oluşturur, birbirinin aynı insanların bayağı hırs ve amaçları siyasete şekil verir.

Hoş, haklı tarafı da var. Tanımlayamadığını ne yapsın bu toplum.

Sevan en azından siyaset ilminin, hukuk disiplininin, psikoloji ve sosyolojinin tanımlayamayacağı bir kişilik. Dolayısıyla ona ilişkin sahip olunan her türlü kanaat yanlış. İnsanlık tarihinde var böyleleri. En güzel açıklama Mevlana’nın Mesnevi’sindeki benzersiz 14. Beyit.

‘Herkesi ez zani hod şud yâri men, vez deruni men necust esrari men… Sırri men ez nale-i men dur nist… Lik çeşm ü goşra annor nist.’

Herkes beni kendi değer yargılarına göre tanımlamaya çalışıyor, oysa bu tanımların hepsi yanlış ve bana ilişkin gerçek tanım bir sır… O sırrı yazdıklarımla ortaya koyuyor ve kendimi anlaşılır kılıyorum. Ama insanlarda bunu anlayacak yeti yok. Bu sebeple olmadığım yerlere koyuyorlar beni.’ şeklinde Türkçeleştirmek mümkün esasen bu satırları.

Sevan da öyle… En iptidaisininden başlayarak ona ilişkin tanımlardan bazılarını sıralamak isterdim ama böylesi bir çetele bu yazının üzerine düşmüş bir müekkep lekesi kadar anlamlı olur.

O sebeple onun yazdıklarına bakmalı.

Diyor ki en sevdiğim kitabı olan Aslanlı Yol’un önsözünde;

‘… New Jersey’de sıradan bir Amerikalı iken yollara düşüp Filistin’de bir manastıra kapanan Philip’i, Sri Lanka’da bir hapishanede bütün gün gülümseyerek oturan Budist rahibi, amazon ormanlarında çıplak Kızılderililere hayatını adayan peder Augustin’i, Kolombiya’da sekiz kocadan olma dokuz çocuğuyla pansiyon işleten zenci kadını, beni kırk yıl hapse mahkum ettirmeye çalışırken pişman olup dostluk kurmaya çalışan Yusuf Paşa’yı anlattım. Dünyada bu kadar yol bu kadar çeşit insan serüveni varken bunlardan herhangi birini dışlayan bir hayat önerisi doğru olabilir mi?

. . . kendi yolunu ararken bir an karşılaşıp sonra gözden kaybettiğin bin çeşit hayat, bin çeşit varoluş ihtimali. O karşılaşmaların ve gözden kaybedişlerin hüznü yazdıklarımın çoğuna sinmiştir sanırım, üslubunun hafifliğine kanmayın siz. Hem iki yönlü hüzün. Bir, şahsi; bunca ihtimal varken tek hayata mahkum olmak ne acı ! İki, felsefi; tek bir hayat tarzını, hangisi olursa olsun, yücelten ahlak öğretileri ne kadar zavallı.’

Sevan işte bu.

. . .

Nicedir kabuk bağlamış bir yara kanadı akşamki sohbetten sonra.

‘Tandır söndü… Oda soğudu… Gün doğdu… Küçük kız uyandı. Duvarda saat tıkırdıyordu, evde kimse yoktu…’

İğreti uyku… Soğuk oda… Tıkırdayan kalbimin sesi… Sabah telefonumda Kaan’ın mesajı. ‘Ciddi hastayım. Kalkacak halim yok… Bugün yalnız gezeceksin.’

Hava ışıl ışıl. Deniz yine çivit rengi, gökyüzü masmavi, sis dağların üzerine eflatun hareler dökmüş. Bu güzel havada evde kalınır mı? Ben miydim evvelki gün ‘İsa nüzul etti gel gidip görelim deseler şuradan şuraya gidemem’ diyen?

Arabaya binip sağımdaki solumdaki manzarayı içercesine izleyerek kıyı yolunda ilerledim. Gördüğüm her kişilikli yapının önünde durup kendilerine saygılarımı sunarak kaleye çıkmak üzere Kotor’a gittim. Sokaklar Türk dolu. Çoğunlukla yerlilerden kolay ayrılmayacak fiziklerine rağmen hoyrat tavırları yahut özgüvensiz duruşlarıyla kalabalıkta kendilerini beli ediyorlar. Sara adlı bir kadının işlettiği kafede pizza ve çay ile kahvaltı ettikten sonra yola revan oldum.

Kotor Katolik Piskoposluğunun merkezi olan Sveti Trifon iki büyük deprem geçirip yenilenmiş olsa da dokuz asırlık bir yapı. Denizcilik Müzesi, kültür merkezi ve kitapevlerinden sonra bütün cesaretimi toplayıp kaleye çıkmaya azm ettim.

Venediklilerin inşa ettiği söylenen Kotor Kalesi dağın içinden kaynayan iki suyun arasına kurulu. Dolayısıyla iki yanı ırmak, önü deniz, ardı dağ. Buna rağmen sağlam duvarlarla çevrili. Dağdan kaynayan suyun üzerine kurulu bir köprücükten geçip şehrin güney doğusundaki kapıdan içeri girdim. Aynı şekilde kuzey batıdaki giriş de bir ırmağın üzerine kurulu köprüden geçerek sağlanıyor. Her iki yönden de yaklaşık bin beş yüz basamaklı taş merdivenlerle kale burcuna çıkılıyor. Basamakların her biri bir adım ölçeğinden daha geniş olduğundan uzun adımlar atmak gerekiyor.

Tütün yaprağını yuvarlayıp yakan Kızılderili’ye söylenerek adımlamaya başladım. Altı yüz elli basamak çıktıktan sonra şehrin panoramasını görmeye yetecek yüksekliğe kurulu yüzük taşı gibi şık bir yapının gölgesinde ilk molamı verdim. Beş asır önce körfezin koruyucusu Meryem Ana adına, daha önce var olan bir bazilikanın yerine inşa edilmiş bir kilise burası. Terasından görünen manzara ilham verici. ‘Tanrı şakayı sever der’ bizimkiler. Bu manzara da Tanrı’nın bir şakası sanki.

Kaleye tırmanan insanların arasında azımsanmayacak sayıda Türk var. Bu memnuniyet verici çünkü Türklerin dünyaya ilişkin merakı olmadığına dair bir kanımız var. Gezmek, incelemek, merak etmek… Bunlar Türk’ün düne kadar ettiği şeyler değildi.

Yolun devamındaki nöbet kulelerinden birinin duvarında ‘Playa Baruthana’ yazıyor. Kale içinde bir mekanın Türkçe adlandırılmış olması enteresan. Bir nefes de burada soluklanayım derken yukarıdaki terastan bir kadın sesi geliyor… ‘Bitti bu iş… Eve döndüğümüzde anneme söyleyeceğim. Ben seninle sürdüremem.’ Basamakları çıkıp havayı yumuşatmak için söylene söylene yanlarına gidiyorum. ‘Türkler… Her yerde aynı bu Türkler…’ kızcağız yaşlı gözlere bakıyor bana. ‘Evet abi ! Siz Türk erkekleri her yerde aynısınız.’ Yanındaki adam utanıyor benden, yavaş bir sesle özür dileyip kızı kolundan çekiyor. Ben kızın görümcesi olduğunu söyleyen bir kadınla kalıveriyorum orada.

Enerjimin tükendiği, bacaklarımın kilitlendiği yerde çocuk yüzlü bir adam ve yanındaki kadından fotoğraf çekmelerini Rusça rica ettim. Hiçbir şey söylemeden fotoğrafımı çekip telefonu uzattı adam. Manzarayı daha geniş çekmesini rica ettim. Söylediğimi yapıp yine uzattı telefonu. Söylediklerimi anlayıp anlamadığını sordum. Yanındaki kız kıkırdadı. ‘Biz Polonyalılar Rusça konusunda köpekler gibiyizdir. Anlarız ama konuşamayız…’

Ve nihayet kalenin en yüksek noktasındaki burçtayım. Arslan kabartmalı kapıdan geçip normal şartlarda turistlerin alınmadığı alana girdim. Buradan dört tarafı görmek mümkün. İşte Podgoritsa’ya giden yol. İşte iç körfezin güney kısmı, işte Perzagno. Kale burcu ile dağ arasındaki vadide terk edilmiş bir başka yerleşimin izleri, evler, kilise, çeşme… Belli ki Kotor, görkemli zamanlarında buralara kadar uzanıyordu. Muhtemelen dağdan kopan iri kaya kütlelerinin sürekli tehdidinden dolayı terk edilip keçilere bırakılmış. Balkan ve keçiler. Balkan ve keçiler. Balkan ve keçiler.

. . .

Gece… Kaan’ın evinde sohbet ediyoruz. Ancak çaya kahveye batırıldığında yumuşayıp sindirilir olan konular. Ancak bir meyve bıçağıyla ucu açıldığında anlaşılır olan konular. Saat gece yarısını çoktan geçiyor.

-Teşekkür ederim Kaan. Teşekkür ederim

-Ben teşekkür ederim atından inip konuştuğun için benimle. Ben teşekkür ederim.

Telefon… iğreti uyku… sabah…

. . .

Kotor kalesinden bakınca karşı burundan görünen Prcanj’daki Meryem Ananın doğuşu kilisesinin yanında bir fırın ve o fırında birbirinden lezzetli börekler var. Ev ile fırın arasındaki yol ada iskelesinden eve giden ‘Aslanlı Yol’ gibi bir kitaba hem ad olur, hem ilham verir. Deniz suyu aynaya dönüşmüş. Körfeze özgü hoş, ıtırlı bir koku rüzgarla birlikte savruluyor. Kuşlar acele etmeden uçuyor. İki adamın gürültülü kahkahası taş yapılara çarpıp çınlıyor. Kedi cüssesinde iki köpek oynaşıyor kumda. Belli belirsiz kımıldanan deniz sandalları müşfik bir haminne gibi sarsmadan sallıyor. Ne asude, ne pak, ne nezih bir diyar burası.

-Saat 18.00’de Sevanlarda olacağız. Akşama kadar zaman bizim. Haydi Budva’ya gidelim.

Dün Kotor kalesinin tepesine çıkmış olmak yürümeyi unutmuş ayaklarımı kilitledi adeta. Dizlerimden aşağısı taş kesilmiş durumda. Romatizmalı kocakarılar gibi badikleye badikleye yürüyorum. Ama ‘İsa nüzul etse gidemem’ falan demiyorum bu kez. Gideriz… Her yere gideriz. Demek ki ayak değilmiş giden, yürekmiş.

Hava yine limonata… Bu kez güzergahımız körfez boyunca uzanan yol değil, Kotor ile Tivat’ın arasındaki dağı aşıyoruz. Yollar dar, dağın altından geçen tünel doğru dürüst aydınlatılmamış bile. Yugoslavya’da en son alt yapı hizmetini Tito yapmış belli ki. Fakat kimsenin de acelesi yok. İnsanın camı açıp karşıdan gelen araca ‘Keyifli araç sürüşler’ diyesi geliyor. Çok geniş olmayan yol, dağın eteğini kavisler çizerek aşıyor. Türk Ulaştırma Bakanlığı dehasının keşfi olan ve sadece Türkiye de uygulanabilen o meşhur ‘her iki nokta arasındaki hipotenüsü yola çevirme tekniğini Avrupalılar bilmiyorlar. Yonca kavşaklar yok, viyadükler yok, dört şerit gidiş, dört şerit gelişli uçak pisti gibi yollar yok. Karşınızda görünen kasabaya gitmek için doğanın izin verdiği yerden geçiyorsunuz.

Geldiğimiz dört yolun sağı Tivat’a, solu Budva’ya gidiyor. Hiçbir çirkin yapının olmadığı küçük yerleşim yerlerinden orman yamaçlarından ve nizami sınırları olan tarım alanlarının arasından geçiyoruz. Sanayi tesisi olabilecek bir yapı göze çarpmıyor.

En az Kotor körfezi kadar çarpıcı bir başka manzarayla selamlıyor bizi Budva. Koyun batı ucundaki kale içinden ibaret eski kent, ortaçağdaki mimarisiyle korunmuş. Kotor’a göre daha küçük olmakla birlikte daha yüksek duvarlarla çevrili. Surlar on yıl önce inşa edilmişçesine sağlam. Yine tertemiz sokaklar, daha çok Türk turistler…

Surun denize bakan cephesindeki kale şehir müzesinin terasından Adriyatik’in geniş ufku görünüyor. Bu ufku bir vazo gibi süsleyen yekpare kayadan ibaret ada, tertemiz kumsallar, falezler, eski şehri gölgede bırakan yeni Budva ve tüm bunları kucaklayan dağ manzarası… Müzede iki salondan ibaret bir Balkan kütüphanesi var. Türkçe eserlerin de olduğu muhtelif dillerde birkaç bin kitap, büstler ve duvar süslemeleri. Müze içinde Budva’nın denizcilik tarihi açısından önemine binaen bir gemi maketleri müzesi de var.

Kale içinde bir şeyler atıştırdıktan sonra kıyı boyunca yürüyerek Budva sahilini gezdik. Sağımızdan solumuzdan geçen her iki kişiden birisi kesinlikle Türk… Türkçe konuşan genç gruplar, başı kapalı kadınlar, çoluk çocuk geldikleri anlaşılan aileler…

Yola devam… Budva körfezinin aşağı ucundaki adacık üzerine adanın tamamını kaplayacak şekilde inşa edilmiş bir yapı kompleksi olan Sveti Stefan Manastırı, sonrasında yine üzerindeki biricik yapı olmasa denize düşmüş iki taş parçası sanılacak adacıklar… Birkaç kasaba ve şehir geçtikten sonra Karadağ’ın Adriyatik’teki en önemli limanı olan Bar… Buradan güneye indikçe binaların estetiği kayboluyor, şehir estetiği daha az gözetiliyor. Yer yer yarım inşaatlar, farklı renklerde boyanmış son çeyrek yüzyıl mimarisi… Arnavutluk’a yaklaşıyoruz çünkü. Arnavutluk biraz da Türkiye…

Dönelim… Sevan bizi bekler.

. . .

Sevan’ın kimseyi beklediği yok. Oynaşıp rahatlamış bir ev kedisi gibi bilgisayarının başında. İra bize ıspanaklı Yunan peynirli börek hazırlamış.

-Düşünmek işe yarayan bir eylem değil, diyor Sevan.

Haklı yerden göğe kadar. Düşünmek hiçbir işe yaramıyor ve hatırlamak insanı kahrediyor.

. .

Ertesi sabah havaalanındayız Kaan’la.

.-Benim için de iyi oldu bu ziyaret. Gönül hoşluğuyla… Yine gel abi.

Sarıldık birbirimize iki boyalı kuş.

-Teşekkür ederim kardeşim, dedim. Sen de hoşlukla iyilikle kal.

Pasaport kontrolünden geçerken el salladık birbirimize.

. . .

Haydi uçalım… Taşlık Yunanistan’ın karlı tepelerini geçip memleketimize dönelim. Tanrı’ya inanmayan Sevan’ın misafir olduğu bu cennet köşesi ülkeden ayrılıp tanrıya inanan ve o ne derse aksini yapan insanların karmaşık, karışık, dağınık ülkesine, benim sevgili yurduma dönelim.

Hoşça kal Sevan, hoşça kal İra, hoşça kal Kaan.

KARADAĞ GEZİSİ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön