KUDÜS YOLCULUĞU NOTLARI

Panorama…

Kudüs’ün merkezi sayılan Ben Yahuda Caddesindeki gökdelenin 18. Katından şehir manzarasını izliyorum. Önümde düzgün yollarla ayrılmış taş binalardan oluşan görece yeni Kudüs… Onun gerisinde bir buçuk kilometrelik bir mesafede tarihi şehrin duvarları ve mabetlerin kuleleri, kubbeleri… Onun gerisinde Zeytin Dağı.

Ben Yehuda’daki bu heyula bina yapılmadan önce şehri böyle kuşbakışı görmek mümkün değildi. Bir şehri kuşbakışı izlemek orayı bütünsel olarak kavramaya yardımcı oluyor. Hatta geçmişiyle birlikte, geleceğiyle birlikte… Zihnimde canlanan görüntüleri, birbirine giren şekilleri renkleri, sesleri yazıya dökmem kolay değil. Ömrünü ‘anlamak’ gibi boş, sonuçsuz, hadsiz gereksiz bir gayret ile heba etmiş adamlara özgü bir zihinsel hareketlilik bu. Tarihin şekillenmesi, coğrafyanın dile gelmesi, göğün şahit olduğu herşeyi ikrar etmesi, toprağın taşın gizlerini aşikar etmesi. Tüm bunların karşımdaki manzaranın geri planında görünür bir şekilde kımıldanması, akması…

Ben Yehuda’daki heyula bina yapılmadan önce bu şehrin panoraması en güzel haliyle ufukta yükselen Zeytin Dağı’ndan görünürdü. Belki bundan binlerce yıl önce Zeytindağı’ndan bu tarafa bakan, tıpkı benim gibi ‘anlamak ve anlamlandırmak’ gayretiyle zihnini zorlayan adamların başlattığı bir öykü idi bu. Arami çoban İbrahim, onun çocukları olan İshak ve İsmail ve Yahup ve onun çocukları ve Davut ile Süleyman ve muzaffer komutanlar Nabukadnezar ile Romalı generaller ve Nasaralı yoksul marangoz, onun takipçileri, sonrasında Ömer ve ardılları, Selahaddin, I. Richard, Yavuz, daha sonra  Ben Gurion ve Yaser Arafat bu tepeden baktılar karşılarındaki manzaraya. 

Bir de Falih Rıfkı…

İşte beş bin yıldır insanlığın en temel meselesinin kurgulayıcılarının yurdu. İşte insan cinsinin hayata bir anlam vermek için geliştirdiği bütün disiplinlerin çıkış noktası bu manzaradan ibaret.

Şehir kurmak

Beş bin yıl önce Verimli Hilal’in sınırları boyunca koyunlarının peşinde dolaşan göçer kavimlerin gelip geçtiği bu coğrafya, herşeyden önce vadideki su,daha sonra cömert zeytin ağaçları ve vadideki kalkerli katmanlar arasında bulunan doğal oyuntular dolayısıyla insanları cezbetmiş olmalı. Başlangıçta saldırı anında sığındıkları ve erzaklarını depoladıkları bu oyuntular, zamanla sürekli yerleşim yerleri haline gelmiş, oyuntularda yaşayan insanların güvenlik endişesi bu yamacın üzerinde zamanla bir şehrin şekillenmesini sağlamış. Taşlar üst üste konmuş, yollar açılmış, kuyular açılmış, toprak derinlemesine kazılmış, evlerin etrafı duvarlarla çevrilmiş.

Oraya verilmiş en eski ismin Rusalim olduğunu biliyoruz. Bu addaki ‘S,L,M’ harfleri barışı da kapsayan bir anlamı çağrıştırıyor. Her şehir barış ümidi ve savaş endişesi ile kurulmaz mı?

Bildiğimiz kadarıyla Rusalim’i de içine alan topraklara 4000 yıldan beri ‘Kenan Diyarı’ adı veriliyor. Zeytin ve incir ağaçlarıyla dolu, suyu bol bu topraklarda yaşayan Kenanlılar, Bronz Çağı’ndan beri burada yaşayan insan cinsi ile Anadolu’dan, Kafkasya’dan, Mısır’dan ve Asya içlerinden kopmuş kabilelerin bileşiminden oluşuyor.  Daha sonraki yüzyıllarda Kenan diyarına muhtemelen kuzeyden gelip yerleşen Arami Kabileleri olduğunu biliyoruz. Konukseverliği ile andığımız, tüm peygamberlerin atası saydığımız İbrahim bu kabilelerden birine mensuptu. Bu vadiye yerleşti ve kimilerine göre o bu topraklara gelmeden önce var olan bir pagan tapınağının üzerine bir mabed inşa etti. Tek tanrı inancının iki temel yorumunun takipçileri tarafından ata kabul edilen İshak ve İsmail onun oğulları. İshak’ın oğlu Yakup, Yakup’un on iki oğlu ve Yusuf… Davut ve Süleyman… Yahya, Zekeriya ve Meryem, onun oğlu Musa ve havarileri… İslam’ın ikinci halifesi Ömer ve ardılları olan Emevi Sultanları ve Selahattin ve Baybars ve Muhiddin İb-i Arabi ve Gazali… Hepsi bu topraklarda yaşadı, bu topraklardan gelip geçti, bu topraklarda anlattı, hüküm sürdü ve öldü.

Kalemin gücü

Koyunlarının peşinde yeryüzünü gezen başka kavimler de en az bu topraklar kadar verimli ve güzel başka diyarlarda şehirler kurdu. Onlar da taş evler yaptı, şehirlerini duvarlarla devirdi. Orada da yaşıyor olmak denen muammaya anlam vermek için tapınaklar inşa edildi, inanç sistemleri geliştirildi ama hiç birisi Kudüs gibi kutsallığını binlerce yıl boyunca korumadı. Hiç birisi insanlığın ortak kalbi anlamını taşımadı. Ben Yahuda’daki yüksek binanın on sekizinci katından görünen şehir manzarasına bakarken akla gelen bu sorunun cevabı Kudüs’ün sokaklarında…

Şehirleri aziz kılan bulundukları coğrafya değil… Çölün ortasındaki kayalık bir vadiye kurulu Mekke’yi aziz kılan coğrafyası olamaz. Her hangi bir Ege şehri, herhangi bir Karadeniz şehri coğrafi güzellik bakımından Mekke ile kıyaslanamayacak ölçüde güzeldir çünkü. Su da değil şehri aziz kılan. Öyle olsaydı Nil yahut Kızılırmak, yahut Ganj ya da Amu Derya kıyısına kurulu şehirler, insanlığın azizi olurdu. Bereket de değil… Kuru dalın yeşerdiği Balkan şehirleri daha bereketli topraklar üzerine kurulu değil mi? Büyük tapınaklar da yetmiyor böylesi bir anlam için. Pagan Roma’nın görkemli tapınaklar barındıran şehirlerinin enkazı üzerinde bugün keçi otlatıyor olmazdık eğer öyle olsa. Kudüs’ü aziz kılan bambaşka bir şey…

Otobüs duraklarında, bankamatik kuyruklarında, dükkan tezgahlarında, parklarda, hatta yürürken yollarda elindeki küçük kitaptan kutsal metinleri okuyan insanları görünce çözülüveriyor bu sır. Bu insanlar dün ya da geçen sene ya da geçen yüzyılda başlamadılar okumaya. Yaklaşık üç bin yıldır okuyorlar. Hem Türk Müslüman’ının yaptığı gibi anlamadan değil, anlayarak istisnasız bir şekilde her cümlesini uygulayarak okuyorlar. Bu topraklardan ayrı kaldıkları binlerce yıl içinde de kesintisiz bir şekilde aynı metni okudular, okudular. Böyle dağıtılmış, defalarca yok oluşun eşiğine getirilmiş bir halkın varlığını korumasının sırrı da bu okuyuş. Yoksa nasıl mümkün olur Kürdistan dağlarında topraktan yapılmış küçük evlerden oluşan bir kasabada yaşayan, birkaç yüz kişilik koloninin üç bin yıl boyunca varlığını koruması… Nasıl mümkün olur Dağıstan’ın dağlarında birkaç bin kişilik bir kabilenin karışıp yok olmaması… Etiyopya’da, Hindistan’da, Çinde var olması, benliğini yitirmemesi nasıl mümkün olur?

‘Yahudiler, bir yaratıcının var olduğunun en somut delilidir.’ Sözünü kim söylemişti?

Bu şehri aziz kılan, dört bin yıl öncesine ait mitolojisinin, savaşları, imar faaliyetleri, sürgün ve işgaliyle birlikte dört bin yıllık tarihinin olabilecek bütün ayrıntılarıyla birlikte kaleme alınmasıdır. Hiç bir şehre ait hikayeler bu şehrin hikayeleri gibi ısrarla ve ayrıntılarıyla kaleme alınmadı, kağıda dökülmedi. Ben Yahuda’nın penceresinden görünen birkaç yükselti, uzun bir sur ve ibadethanelerden oluşan şehir manzarasını insanlık için aziz ve kutsal kılan şey kalemdi…

Yoksa her şehirde duvar, her şehirde tapınak, her şehirde ağaç var. Yoksa her şehirde bir takım sanrılarla insan kurban etmeye karar vermiş babalar ve misafirperver ev sahipleri, kuyuya atılan, satılan çocuklar, görkemli krallar, sürgün edilen insanlar, geri dönenler, savaşanlar ve kaçanlar var. Fakat hiç birisi Kudüs gibi kesintisiz bir şekilde ve ısrarla yazılmadı. Dahası yazılmış olan kısmı Kudüs gibi okunmadı.

O sebeple kaderi kalemle yazılan şehirdir Kudüs.

cadde …

Kaldığımız odanın penceresinden görünen şehri keşif için dışarı çıktık. Sağlı sollu dükkanların, kafelerin, pastanelerin bulunduğu Betsa’el Sokağından geçip Yafa Caddesine çıktık. Dükkan tabelaları çoğunlukla İbranice ve Arapça. Caddede yoğun bir kalabalık yok, önümüzden geçen erkeklerin çoğu siyah takım elbiseli, yüksek fötr şapkalı, şakaklarından lüleleri, ceketlerinden dört püskülleri sarkan kıyafetler giymiş halde hızlı hızlı yürüyorlar. Siyah takım elbiseli olmayan ve spor giyinenlerin de tamamının başında kippa var. Onlar hızlı değil, bizim tempomuzla yürüyorlar. Siyah takım elbiseli olmayan, başında kippa da bulunmayanlar ise bizim gibi yabancılar.

Kadınlar City Center’a gelirken içinden geçtiğimiz mahallelerde gördüğümüz diğer kadınlar gibi, tamamına yakını etekli, ayaklarında tenlerini göstermeyen çoraplar ve düz ayakkabılar var. Başları enselerinden düğümlenmiş başörtülerle kapanmış, kimileri kafalarında siyah renkli düz peruklar taşıyor. İddiasız, makyajsız fakat temiz ve titizler. Genellikle yanlarında çocuklarla ağır başlı bir şekilde yürüyorlar ya da bir bebek arabasını ittiriyorlar. Bakışları donuk, soğuk… Bize öyle geliyor ki hiç birisi gülmüyor.

Ortasından tren geçen Yafa caddesinin iki yanında çoğunlukla iki üç katlı taş binalar var. Daha yüksek olanlar da taş görünümü verilmiş bir malzeme ile kaplı. Yeşil bol. Evlerin iç bahçelerinde yol kenarlarında şık peysajlar görünüyor. Bu sokak 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde şekillenmiş. Ortadoğuya has yumuşak bir tarz, şehrin genel karakteristiğini oluşturan taş binaları şekillendirmiş. Alman ciddiyeti, Rus ağırbaşlılığı, Akdeniz ferahlığı, Arap rahatlığı… Mimari tüm bu sıfatların bileşiminden oluşuyor. Hiçbir bina bizde olduğu gibi önünden geçene ‘beni bina eden ve böyle zevksiz, böyle çirkin bir şekil veren mimar ile mühendis sonradan bulmuş, sonradan görmüş estetikten habersiz, enerjik bir taşralı oğlan’ diye bağırmıyor.

Dükkanlar kalabalık değil, hemen hemen bütün lokantalarda siparişler dijital bir ekrandan alınıyor, ödemeler aynı ekrandan yapılıyor. Siparişiniz hazırlandığında sesleniliyor. Yemeğinizi bitirip tepsinizi boş tabağınızı tezgaha bırakıyorsunuz. Garson diye bir şey yok. Hiçbir dükkanda müşteriye temenna yok. Gelsen de olur gelmesen de nazarıyla bakıyorlar. Fakat saygısız, hürmetsiz bir tavır yok. Bize göre soğuk ve heyecansız bir ses tonuyla konuşuyorlar.

Yer yer açılmış küçük meydancıklarda sokak şarkıcıları şarkı söylüyor. Birinde siyah kıyafetli, şapkalı bir kadın keman çalıyor. Bir başka meydanda kipalı, şakakları lüleli, gömleğinden püskülleri sarkan bir genç, profesyonel sayılabilecek bir şekilde piyano çalıyor. Başına muhtemelen liseli bir sürü genç kız toplanıyor. İddiasız, durgun kızların arasında esmer, topluca bir kız göğüslerinin bütün kıvrımlarını açığa çıkaracak şekilde yakasının dört düğmesini açmış, isterik kahkahalarla diğer kızların arasında kendisini belli ediyor. Piyano çalan kipalı gencin dikkatini dağıtıyor onun yaşam dolu kahkahası. Evet hafifçe saklanmış fakat ihtişamı fark edilen bir çift göğüs karşısında hiçbir dini yasağın hükmü kalmıyor. İşgalci ordular, kılıç, tüfek ve bombanın kıramadığı dini disiplin bir çift göğsün çağlayışı karşısında gofret gibi paramparça oluyor.

. . .     

Ne çok hayal ile çevreledik etrafımızı

Yafa caddesi, Kudüs surlarının batı cephesine açılan Yafa kapısına çıkıyor. Müslümanlar bu kapıya daha çok ‘El Halil Kapısı’ adı veriyorlar. Bizim Edirnekapımız, Topkapımız gibi bir sur kapısı burası… Fakat duvarlar daha büyük taşlarla örülmüş, daha yüksek, kapı daha görkemli. Bu surların uzunluğu dört kilometre. Bizim tarihçilerimiz yakın zamana dek Kudüs surlarının Kanuni döneminde inşa edildiğini iddia ederken yapılan arkeolojik çalışmalar Osmanlıların mevcut bir suru kapsamlı bir şekilde tamir ettiklerini ortaya koyuyor. Şehir ilk kez İsrail Kralı Süleyman döneminde surlarla çevrilmiş, arkeolojik kazılar Davut’un ele geçirdiği şehrin içerideki daha küçük bir alan olduğunu ortaya koyuyor.

Bütün tarihimiz gibi Kudüs tarihimiz de hamasi öykülerle dolu. Evliya Çelebi Kanuni’nin rüyasında Peygamberi gördüğünü, peygamberin ona ‘savaş ganimetlerini Mekke ve Medine için harca ve Kudüs’e sur inşa et. Aksa Haremine bir havuz yaptır, sahrayı süsle, Kudüs fakirlerine hediye ve armağanlar ihsan et’ şeklinde bir emir verdiğini aktarıyor.

Surların yapımı böyle bir ilahi yönlendirme ile yapılmış olsa da bildiğimiz kadarıyla Kanuni’den sonra şehir ciddi bir kuşatmayla karşılaşmamış, surlar eskiden olduğu ölçüde işe yaramamıştır. Yafa Kapısından içeri girdiğimizde yaşadığımız çağı kapının dışında bırakıyoruz. Yafa Caddesinin kalabalığı, araçlar, trenler, dükkanlar dışarıda kalıyor. Benim yurdum, İstanbul, sevgili Mavi Kasaba’m, hayıflandıklarım, harcadıklarım, heba ettiklerim arkada sadece dağlar denizler ötesinde değil, zamanlar, çağlar ilerisinde kalıyor. Bir Ümm Gülsüm şarkısı mırıldanıyor yüreğim. ‘Kem beneyna min hayalin havlena!’ Ne çok hayal ile çevreledik etrafımızı… Ne çok hayal ile çevreledik etrafımızı…  

Eşim ve çocuklarımla birlikte bir zaman tünelinden geçer gibi, üzerindeki kitabede ‘La ilahe İllallah İbrahim Halilullah!’ yazan kapıdan geçip etrafı hayal ile çevrelenmiş Kudüs’e giriyoruz.

Evet çağlar ötesinden kalma bir diyar burası. Kale içinde 20. Yüzyıl’ın çirkin rüküş binalarından bir tane bile yok. Belli ki yeni inşa edilmiş olsalar bile eskinin ruhu verilmiş. Binlerce değilse de yüzlerce yıl önceki şehir planı büyük ölçüde korunmuş, sokaklar taş döşeli, evler taş, sokaklar kemerli, kimi sokaklarda iki cephe arasına payanda kemerler inşa edilmiş. Taş, sarmaşık, begonvil, akşamsefası, yasemin, nar çiçeği, acem borusu… Bütün şehir taş ve çiçekten inşa edilmiş.

Kem beneyna min hayalin havlena… Şehri bina eden hayal olmalı… Hayalle değmeli sokaklara, evlere, pencerelere hayaller değmeli. Benim ülkemde şehirleri hayalini yitirmiş plancılar, hayali olmayan mimarlar, hayal kuramayan mühendisler planlıyor. En sevdiği pastayı bölüştüren aç gözlü, iri ve bencil bir çocuğa benziyorlar bu işi yaparken. O sebepten onların diktiği yapıların manzarasına uzaktan bakıp hayal kurulamıyor.   

Önümüzdeki küçük meydan, Davut meydanı. Sağımızdaki kule, vaktiyle burada var olan ve kalıntılarından anlaşıldığı kadarıyla son derece görkemli bir yapıdan geriye kalmış olan Davut kulesi… Kalıntılar vaktiyle burada var olan yapının görkemi hakkında fikir veriyor. Önü Hazreti Ömer Meydanı. Demek ki Ömer buradan şehre girdi. Kulenin önünden geçen yol Ermeni mahallesine giriyor. Harat-El Erman olarak adlandırılan Ermeni mahallesi kadim şehrin küçük bir kısmı… Sayısal olarak da şehirdeki dört grubun en küçüğü Ermeniler. Varlıkları çok eski zamanlara uzanıyor, dolayısıyla en eski Ermeni Diasporası burası. Fakat Ermenilik milli bilincine sahip asıl kitle 1915 Tehciri ile Anadolu’dan gelmiş. Bu durumu sokak tabelalarından anlamak mümkün bir yerde Bulghourji tabelası karşımıza çıkıyor. Bir başka yerde Ararat Street, bir kapıda Demirdjiyan adına rastlıyoruz. Kimi Ermenice İbranice ve İngilizce tabelalar 1915’e dair. Yüzyıl öncenin acısını, utancını hatırlatıyor.

Ermenilerin varlığı şehrin İslam idaresine girdiği ilk yıllardan beri kabul edilmiş ve onlara dinsel ayrıcalıklar tanınmış. Bu durum Memlük ve Osmanlı dönemlerinde de korunmuş. Sayıca az olmalarına rağmen şehre bir çok yeniliği onlar getirmişler. İlk matbaa, ilk fotoğrafhane, Avrupa müfredatıyla eğitim veren ilk kız ve erkek mektepleri onlara ait… Onlar çıkıp gidince bizden eksilen herşey buraya taşınmış. 

Kudüs şehrindeki Ermeni sayısı birkaç bin kişi olsa da kale içindeki mahallelerinde sayıları birkaç yüz kişiden ibaret. Bu nüfusa Ermenilerle aynı kategoride değerlendirilen Süryaniler de dahil. Nüfus azalma eğiliminde… Dünyanın her yerinde olduğu gibi Ermeni yeni nesilleri için de dini aidiyet ve etnik aidiyet önce kuşaklar için olduğu kadar önemli değil. Başka bileşenleri de var bu çözülmenin. Son yüzyıldaki bölgesel çatışmalarda hep arada kalmış ve çok büyük zarar görmüşler. Onların varlıkları Musevi için de Müslüman için de diğer Hıristiyan gruplar için de çok bir şey ifade etmemiş. Dolayısıyla varlıklarını koruyor olmaları büyük, çok büyük bir iş.  

Çok değil, bundan otuz kırk yıl öncesine dek Anadolu kökenli olan Ermeniler kendi aralarında Türkçe konuşurlarmış. Evet bunu destekleyen duyumlarım olmuştu. Günümüzde mahallenin Ermenileri birbirleriyle Ermenice iletişim kursa da Arapça ve İbranice kaçınılmaz olarak daha çok kullanılıyor. Onlara ait birkaç kilise, iki okul ve müzeler var.  

Vaktiyle Sen James Manastırı olarak adlandırılan Manastır, Miladi 7. Yüzyıldan beri Ermeni Patrikliği merkezi. Ermeni haneler de genellikle bu manastırın yakın çevresinde. Birkaç ibadethane ve müzeleri var. Bazı lokantalar ve klüpler de onlar tarafından işletiliyor.

Zion kapısından başlayıp şehrin merkezi noktasına dek uzanan Yahudi mahallesi kutsal tapınağın batı ve güney duvarını kapsıyor. Tarihi yol Cardo, Kral Davut’un şehri burada. Ayrıca Ağlama Duvarı olarak bilinen tapınak duvarının girişi de bu mahallede. Sekiz büyük sinagog ve Tevrat okuma evi diyebileceğimiz bir çok Yeşuva’nın bulunduğu mahallenin sakinleri genellikle Ortodoks Yahudiler… Daha seküler aileler zaman içinde mahalleyi terk etmiş. Burada dünyanın her yerinden Yahudilere rastlamak mümkün. Kutsal alanda yaşıyor olmanın verdiği bilinçten dolayı dini hisleri canlı, bilinçleri çok yüksek. Rastlanılan insanların hepsi küçük çocuklar da dahil olmak üzere Ortodoks Yahudilerin geleneksel kıyafetlerini giyiyorlar. Bir evin salonu kadar temiz sokaklardaki dükkanların vitrinlerinde son derece zarif sanat eserleri sergileniyor.

Önümüzden insanlar geçiyor. Mahallede bütün yollar aynı yere çıkıyor sanki. Ağlama duvarı olarak bildiğimiz, Süleyman Mabedi’nin batı duvarına. Şaşırtıcı çeşitlilikte bir insan kalabalığıyla karşılıyoruz burada. Beyaz keten elbiseler içinde siyahi daha doğrusu koyu esmer kadınlar ve erkekler, Avrupalı, Akdenizli tipler, hatta hispanikler, çocuklar, yaşlılar, delikanlılar… Duvarın önündeki geniş alandaki çeşmelerde ellerini yıkıyor ve ilerliyorlar. Duvarın önündeki insan kalabalığı içinde kimileri gruplar halinde, kimileri tek başına, başları ellerindeki kitaba eğilmiş bir şekilde sallanarak, yahut duvara kapanarak ağlıyor, dua ediyorlar. Bu insan kalabalığından yükselen tekdüze uğultu kah yükseliyor, kah alçalıyor. Kadınlar duvarın solunda daha dar bir alanda aynı çeşitlilikle, aynı coşkuyla yakarıyorlar.

İlk şekli toprak altında kalmış, toprak üstündeki yedi sıra Romalı Hirodes tarafından, onun üstündeki dört sıra Memlükler tarafından, en üst taş sıraları ise Osmanlılar tarafından inşa edilmiş olan bu duvarın altında kalan arkeolojik alan ve üstündeki yapı insanlığın yeryüzü macerasının son üç bin yılının önemli olaylarının ya başlangıç noktası, ya sebebi, ya temel dinamiği… Üç bin yıldır inandığımız temel değerlerin büyük kısmı bu alandan bir su kaynağının gözesi gibi fokurdayıp çıktı ve dünyanın her yanına kah nehirler, kah ırmaklar, kah dereler ve çaylar olarak aktı. Tarih boyunca kimi zaman sel olup coştu. Bildiğimiz medeni dünyanın temel inançları burada şekillendi. Bu inançlar uğruna üç bin yıl boyunca kan döküldü, bu inançlar uğruna yaşandı, sınırlar çizildi, yasaklar kondu. İnsanlık kütüphanesinin en temel eserleri buradan ilham aldı. Görünen o ki daha çok uzun zaman, belki bu yaşlı küre orta yerinden çatlak verip ayrılıncaya dek, yahut bir kuyruklu yıldız ona çarpıp parçalanıncaya dek sürecek bir şarkı başladı.

Kem beneyna min hayalin havelna…  

. . .

Yine geçmiş

Hiç kimse yokken önümüzdeki bu birkaç yüz dönümlük alanda, çok değil, deniz seviyesinden yediyüz metre yükseklikte bir tepe vardı. İsrailiyat söylencelerine göre Tanrı Adem’i yarattığı toprağı bu tepeden aldı. Bundan dört bin yıl önce adına Moriah denen bu tepede cömertliği ile tanınan Keldani bir koyun çobanı yaşlı eşinin dünyaya getirdiği İshak adlı oğlunu rüyasında gördüğü Tanrıya kurban etmek üzere taşa yatırdı. Evet, bugün Müslümanlar arasında kabul edilen görüşe göre kurban edilmek istenen oğul İsmail’dir, ama bu görüş dini söylencenin bütününde kopukluğa yol açıyor. İsmail bir köleden doğmuş, İbrahim’in eşinin isteği üzerine annesiyle birlikte Hicaz çölünün ortasındaki bir vadiye terk edilmişti. İbrahim’in yıllar sonra yürüyerek iki bin kilometreyi aşıp Mekke’ye gitmesi ve yıllar önce terk ettiği oğlunu kesmeye geldiğini söylemesi, bu söyleminin de terk edilen eş ve çocuk tarafından kabul edilmesi daha zor bir olasılık. İshak yaşlı eşin dünyaya getirdiği çocuk olması dolayısıyla kıymetliydi. Doğumu bir mucizeydi. İbrahim İsmail’i yıllar önce uzakta, çölün ortasında bir vadiye terk ederken zaten ondan vaz geçmişti.

Aslında İslam’ın ilk yüzyılında kurban edilmek istenen çocuğun İshak olduğu yönündeki kanaat daha fazla taraftar buluyordu. Hazreti Ömer böyle düşünüyor, İmam Şafii böyle düşünüyordu. Arapların iktidar sahibi olmasıyla birlikte bu şerefi kendilerine mal etme gayreti ile düşünce değiştirilmiş olmalı. Bugün aksini dillendirmek küfür ile eş…  

Yine İsrailiyat söylencelerine göre yeryüzünün ilk mabedi burada inşa edilmişti. Müslümanlar Kabe’nin önce ilk insan Adem, daha sonra peygamberlerin atası İbrahim tarafından inşa edildiğine inanır fakat bu tapınağın da Kabe’den kırk yıl sonra inşa edildiği bilgisini ekler.

Bilinen, ya da bilim çevreleri tarafından kabul edilen o ki; bu dağ üzerinde bulunan ve bugün Muallak Taşı olarak adlandırılan kayalık, başlangıçta bir sunak iken daha sonra o kayalıkta bulunan oyuk, bir tapınak olarak kullanıldı. Üç bin yıl önce bu tapınağın bulunduğu yükseltiye İsrail Krallığına Altın Çağı’nı yaşatan Süleyman tarafından bir mabet yapıldı ve Musa’nın tanrıyla olan ahdinin metnini saklayan sandık buraya konuldu.

Beş asır sonra mabet ve mabedi çevreleyen şehir Babil Kralı Nabukadnezar tarafından yıkılıp yerle bir edildi, halkı işgal ordusu tarafından Babil’e götürüldü. Bu işgal esnasında ahit sandığı kayboldu, yahut saklandı.

İsrailoğullarının Babil’deki sürgünü kırk yahut yetmiş yıl sürdü. Muhtemelen peyderpey yurtlarına dönen İsrailoğulları yıkılan mabedin yerine eskisi kadar görkemli olmayan yenisini inşa ettiler. İkinci mabet de Miladın 70. Yılında Romalı general Titus tarafından yıktırıldı. Yahudilerin Romalılar tarafından dünyanın bilinen en uzak diyarlarına sürgün edilmesinden sonra tapınağın kalıntıları  zaman içerisinde ortadan kalktı. Yahudiler bu tarihten sonra yüzlerce yıl şehre giremediler. Hıristiyanlar İsa’nın çilesinden sorumlu tuttukları Yahudilere ait tapınağı çöplük olarak kullanmaya başladılar. İmparator I. Justinyen döneminde yıkıntının üzerine bir bazilika inşa edildi. Günümüzde harem bölgesinin çeşitli yerlerinde dağınık bir şekilde sergilenen kimi porfir kimi mermer sütunlar, sütun kaideleri ve sütun başlıkları muhtemelen bu bazilikaya ait.

638 yılında şehir bir kuşatmanın neticesinde bir anlaşma ile Halife Ömer’e teslim edildi. Halife şehrin muhtemelen Yafa kapısından yorgun ve gösterişsiz beyaz bir devenin üzerinde, sırtında eski bir pamuklu gömlek olduğu halde girdi. Tarihe geçen ünlü emannamesinde Kudüs halkına can, mal ve inanç güvencesi veriliyordu. Hiçbir kilise cami ya da mesken yapılmayacak, hiçbir kutsala dokunulmayacak, hiç kimsenin canı yakılmayacak, kanı dökülmeyecek, malına el konulmayacaktı.

Ömer sözünü harfiyen yerine getirdi. Patrik Sophronios onu İsa’nın kabrinin bulunduğu Kiliseye götürdü. Ömer bu kilise içindeyken namaz vakti girmiş olmasına rağmen sonradan onun anısına camiye çevrilir endişesiyle namazını burada kılmadı. Kilisenin yakınında, namaz kıldığı alana Ömer mescidi inşa edildi. Mescit günümüzde hala Kamame kilisesiyle duvar duvara. İsa’ya uyanlar kilisenin muhtelif köşelerinde ağlayarak dua ederken duvarın ötesinde, minaresi görkemli, mescidi çukurda kalmış Ömer camiinde Hazreti Muhammed’in ümmeti aynı Tanrı’ya vecd ile ibadet ediyor.

Halife Ömer, bir vakitler Süleyman tapınağının olduğu yükseltiye telbiyeler eşliğinde yani ‘Emrine uymaya hazırım Allah’ım ! Teşekkürler sanadır, sahip olduğumuz her şey sendendir, mülk senindir. Ortağın yoktur’ sözleriyle girdi. Burada gece karanlığı çözülüp seher görününceye dek namaz kılıp dua etti. Peygamberin müezzini Bilal’den sabah ezanını okumasını istedi. Bilal’in sesini yıllardır duymayan sahabeler için heyecan verici bir çağrıydı bu.

Sabah namazından sonra tapınak yıkıntısının en yüksek noktasındaki çöp yığınını kendisi de bizzat çalışarak temizlettirdi ve buradaki altı oyuk taşı ortaya çıkarttı. Tapınak alanının güneyinde, I. Justinyanus’un yaptırdığı bazilikanın yerine basit malzemelerle bir mescid inşa edildi.

Beşinci Emevi Halifesi Abdülmelik tarafından muallak taşının bulunduğu alana bugünkü Kubbetüs Sahra inşa edildi. Onun oğlu Velid ise Ömer’in yaptırdığı mescidin yerine orada evvelce bulunan bazilikanın malzemelerini kullanarak El Aksa Camii’ni inşa ettirdi.

Artık Kudüs İslam ümmeti için de kutsal bir şehirdi.

. . .

Dört yüz yıl boyunca İslam idaresinde kalan şehir, 1. Haçlı Seferinde Avrupalı Hıristiyanların eline geçti. Ahmet Cevdet Paşa Haçlı Seferinin gerekçesini Hıristiyan hacıların Kudüs seyahatinde can güvenliğinin olmaması şeklinde açıklar. Gerçekten de Müslümanların idaresindeki şehri koruyan çoğu Türki halklara mensup paralı askerler özellikle Avrupalı hacıları sıkıntıya sokuyor, onlardan vermeleri gereken cizyenin üzerinde bedeller talep ediyor, kadın ve çocukları sürüp görütürüyorlardı. Kilise, Hıristiyanların Hac yolunu güvene almak ve hacılara yapılan zulmü engellemek için sefer çağrısında bulunmuştu. Bu sebeple Kudüs’ün fethi kanlı bir fetihti. Haçlıların şehri ele geçirdiği ilk günün sonunda şehirde bir tek Yahudi ve Müslüman kalmayacak şekilde katliam yapılmıştı. Takip eden günlerde şehrin çeşitli yerlerine saklananlar da bulunup öldürüldü. Mescid-i Aksa’ya sığınan on bin Müslüman öldürülerek tapınağın duvarlarından aşağıya atıldı. Şehirde o kadar çok insan öldürülmüştü ki aylar sonra bile surların dibi ve tapınak duvarlarının altı, kokudan yaklaşılmayacak kadar kötü kokuyordu.

Şehir yaklaşık doksan yıl Haçlı egemenliğinde kaldıktan sonra şarkın büyük Selahaddin’i tarafından geri alındı. Selahaddin, verdiği söz üzerine şehirdeki Hıristiyanlara dokunmadı, onların malları ve servetleriyle birlikte şehri  terk etmesine izin verdi. Onun çağında Yahudiler yüzyıllardır giremedikleri şehre yeniden girdiler ve Selahattin çağını mesih çağının başlangıcı kabul ettiler.

Takip eden yüzyıllarda şehir Eyyubilerden Memlüklere geçti. Memlük dönemine şehir ciddi bir şekilde yenilendi. 1517’de Yavuz tarafından ele geçirildi ve dört yüz yıl boyunca Osmanlı idaresinde kaldı. Bu yüzyıllar içine şehir içinde çok ciddi bir çatışma yaşanmadı. Şehirli Araplar, memur ve asker Türkler, tacir Yahudiler, çiftçi ve esnaf Hıristiyanlar, sanatkar Ermeniler ve dünyanın dört bir yanından kesintisiz bir şekilde bu topraklara akan üç dinin hacıları uzun bir barış çağını yaşadılar.

Türkler şehri imar ettiler, su kanallarını yenilediler, şehrin her yanında çeşmeler akıtıldı, surlar tamir edildi, koca imparatorlukta hiçbir yere yapılmadığı ölçüde altyapı hizmeti götürüldü, eğitim müesseseleri, han hamam saat kulesi gibi sosyal tesisler inşa edildi. Osmanlı ülkesine gelen her türlü yenilik ve konfordan önce Kudüs istifade etti. 1865’te telgraf, 1868’de karayolu, 1892’de demiryolu yapıldı.   

Ses ve tat

Eski Dünya kıtasında iletişim dili olarak kullanılan ve literatürü olan bütün diller İsrail’de yaşıyor. Genel nüfus içinde önemli sayı oluşturan ve Aşkenaz Yahudileri Rusça konuşuyor, Batı Avrupa’dan gelenler Lehçe, Rumence, Macarca, Almanca ve Çek dillerini biliyorlar. Safaradlar ise Akdeniz Musevileri. Onlar daha çok İspanyolca, Portekizce, İtalyanca ve kısmen de Fransızca biliyorlar. Türkiye’den gidenler de Sefarad, fakat içlerinde küçük bir oranda yerli, yani Romayot Yahudi de olmalı. Onlar da Türkçe konuşabiliyor. Bunun dışında Irak’tan gelen ve varlıkları kimine göre Babil Sürgününe dayanan Zaholu Museviler Kürtçe konuşuyorlar. İran’dan gelenler de Türkçe, Farsça ve Kürtçe biliyor. Gürcistan Yahudileri Gürcüce, Dağıstan Yahudileri Tatça konuşuyor. Bunun dışında Etiyopyalı siyahi Museviler var. Onlar da soylarını İsrail kabilelerine dayandırıyor. Zarif yüz hatlı, ince ve sevimli insanlar. Daha çok hizmet sektöründe görünüyorlar.

İngilizce bir soruya herkes çat pat da olsa cevap verebiliyor. Arapça ise İbranice’den sonra ikinci dil olarak kullanılıyor. Sadece Filistinliler değil, bütün İsrail vatandaşları Arapça biliyor, yazıyor, okuyor. İbranice bilen birisi için Arapçayı anlamak zor değil. İki dil de Sami dili, bir takım ses değişikliklerini bilmek Arapça bir söz öbeğini büyük ölçüde anlaşılır kılıyor.

İsrail’de Çerkesçe bile var. Hem iletişim dili hem yazı dili olarak. Çerkesler 160 yıl önceki sürgünde dağıldıkları hiçbir diyarda İsrail’de olduğu ölçüde dil ve kültürlerini yaşamak imkanına sahip değiller. Ülkenin kuzeyinde, Golan tepeleri olarak bilinen Colan bölgesindeki iki köyde toplam beş bin civarında nüfusa sahipler. Çoğunlukla Şapsıgh ve Abdzah soylu olduklarından Çerkesçe’nin kuzeybatı lehçesini kullanıyorlar. İsrail devleti onlara anadilde ilkokul eğitimi imkanı veriyor. Kültürlerini yaşatıyor, Ürdün, Türkiye, Suriye ve Rusya Federasyonu’nda kalan ana yurtlarıyla bağlantılar kuruyorlar. İki köyde de kültürel hayat bizim bir çok şehrimizden daha canlı. Müzik grupları, dans ekipleri, müzeler ve okullar var. Cuma hutbeleri Çerkes dilinde veriliyor. Halk İslami inancının gereğini yerine getirmekte de herhangi bir zorlukla karşılaşmıyor.

Golanlı Çerkeslerin durumlarını görünce Anadolu kıtasında ve Trakya’da halihazırda var olan yüz binlerce Çerkes için hayıflanıyor insan. Türkiye’de bu insanların kültürel ve linguistik varlıklarının yaşatılması konusunda hiçbir politika ortaya konulmadı. Hatta belli dönemlerde bu kültür ve dilin yaşatılmasına yönelik ufak ve amatör gayretlerden rahatsız olunduğu bile söylenebilir. Türkiye kültürel ve lingusitik çeşitliliğin kendisine katacağı zenginliğin ayırdında olmadı hiçbir zaman. Ne yazık bir iş, ne büyük bir kayıp… Bir bedevi çöle öyle haykırıyordu hani. ‘Yazık değil bana, hak ettim başıma gelen her şeyi. Ben ki, pahalıya aldığım her şeyi ucuza sattım.’

. . .

İsrail bu dil çeşitliliği sayesinde dünyanın her yeri ile irtibat halinde. Dünyanın her yerindeki kültürel gelişmeleri bu küçük ülkeden takip etmek mümkün. Kültürel çeşitlilik dille sınırlı değil, dünyanın her yerindeki müzik burada, dünyanın her yerindeki sinema, dans, moda, edebiyat, sanat, mutfak, ve tipoloji… Bu zenginlik Kudüs’teki İsrail Müzesinde sergileniyor. Tamamını gezmenin en az birkaç gün alacağı muhteşem bir müze burası. Sadece bölgenin arkeolojik zenginlikleri değil, dünyanın çeşitli yerlerinden getirilmiş sanat eserleri etnografik ürünler, modern sanat yapıtları, resim, heykel, geleneksel hayatta kullanılan araç gereçler, Yahudi diasporasının çeşitli yerlerinden getirilmiş hatıralar, tarihe mal olmuş Yahudi kişiliklerin özel eşyaları, hatta odaları… İnsanlığın yeryüzü macerasının bütün şahitleri bu müzede tutuluyor demek abartı değil.

Müze’nin bulunduğu yeşil alan adası içinde ayrıca Knesset, İsrail Yüksek Mahkemesi, botanik bahçesi, bağımsız bir gül bahçesi, Kutsal Metinler Müzesi, kuş gözlem evi, dans evi piknik, park ve spor alanları bulunuyor.

Şehirde o kadar çok müze var ki… İslami Sanatlar Müzesi, Doğa Tarihi Müzesi, Müzik Müzesi, Teknoloji Müzesi, büyük ailelere ait özel müzeler gibi. Öte yandan surların içindeki tarihi Kudüs başlı başına bir müze şehir. Peygamberlerin ayaklarının bastığı taşlar üzerinde yürümek, onların dokunduğu duvara dokunmak, onların seyrettiği manzarayı seyretmek, onların içtiği suyu içmek… Tüm bunlar Kudüs’te geçirilen kısacık bir zamanı asırlar yaşamak kadar değerli kılıyor.

Kültürel çeşitlilik İsrail mutfağında da görünüyor. Bu ülkede Güney Amerika mutfağı da, Çin mutfağı da, Avrupa ve Asya mutfağı da bütün yerel tatlarıyla birlikte yaşatılıyor. Türkiye’nin geleneksel tatlarının hepsi belki Türkiye’de olduğundan daha canlı bir şekilde evlerde yaşatılıyor. Bu çeşitliliği Kudüs’ün sabit pazarında görmek mümkün. 

Bizde olmazsa aranmayan humus burada her yerde, her şekilde karşımıza çıkıyor. Pazaryerlerinde sadece humus yiyebileceğiniz dükkancıklar var. Yayvan tabağa üç kaşık kadar humus döşenip ortasına bir kaşık nohut konmak suretiyle ikram ediliyor. Şavurma dürümünün içinde sos olarak kullanılıyor, salataların üzerine dökülüyor. On yıl öncesine dek Türkiye’de çok nadir mutfaklarda bilinen felafel ve fuül topları da yemek vitrinlerinde karşılaştığımız tanıdık lezzetlerden. Envai çeşit salata ve soğuk meze, turşu, tütsülenmiş balık, salamura balık ve lakerda, mantar, kibbe çeşitleri, dışı pirinç kaplı etli ya da mantarlı börekler hemen hemen her dükkanda karşımıza çıkıyor.

İsrail unlu mamüllerin de çok tüketildiği bir ülke. Fırın tezgahları bizde olduğundan çok daha renkli ve çeşitli. Hatay’ımızda Kilis’imizde yapılan türden çökelekli, biberli, tahinli ekmekler, türlü çeşit pizza hamur işleri bildik tanıdık eş dost ahbap gibi her yerde karşımıza çıkıyor. Ayrıca Afrika’ya, iç Asya’ya özgü ekmekler de bulmak mümkün. 

Uzakdoğu mutfağı buralara da girmiş. Suşi, kimçi, dobboki, lamen, nodıl… Pizza ve et lokantaları  olmakla birlikte bizdeki ölçüde büyük ve görkemli işletmeler değil. İnsanlar küçük dükkanların önünde çoğu zaman ayak üstü, küçük porsiyonlarla geçiştiriyorlar açlıklarını.

Dükkanlarda ve genel anlamda hizmet sektöründe daha çok siyahi Museviler çalışıyor. Sokakta göründüklerinden daha çok oranda tezgahtalar. İnce yüz hatlı zarif burunlu, hafif çekik gözleri ile sevimli insanlar bunlar. Alışılageldik Afrikalı yüzler değil.  

Sokaktaki insan yüzleri çoğunlukla Anadolu’da karşımıza çıkabilecek türden. Siyah şapkalı, şakakları lüleli olmasalar bir çoğu Oflu, Samsunlu, Malatyalı, Bursalı sanılabilir. Daha dikkatli bakıldığında kiminde Kafkasyalı çeneler, Slavik gözler, Arap saçları, Kürt çehreleri, Ermeni kaşları, latinik tenler fark ediliyor. Grek ve Arnavut çizgileri taşıyan yüzler daha az. Tüm bu kalabalık varlığını tek bir ataya, Üç bin yıl önce yaşamış Yakub’a dayandırıyor. Bu çeşitlilik bu hercailik bir tek adamın soyu…

İsa’nın izi

Peygamberlerin ruh üfledikleri şehir. Davut, Süleyman, Yahya, Zekeriya… Derken İsa… Onun yargılandıktan sonra cezalandırılacağı yere kadar götürüldüğü 600 metrelik güzergah bugün ‘Via Dolorosa’ (Çile Yolu) olarak adlandırılıyor. İsa’nın ölümünden çok sonra bir azizenin manevi keşfi üzerine belirlenmiş bu yol bu. Dünyanın dört bir yanından Kudüs’e gelen Hıristiyan hacılar bu güzergahı gözyaşlarıyla, taşkın bir ruhla yürüyorlar. Kimilerinin sırtında kutsal metinlerde anlatıldığı üzere büyük bir ahşap çarmıh. Nasaralı Vaiz’in çile yolculuğu, yargılandığı yer olan tapınak güvenlik kulesinden başlıyor. Biraz ileride elbiseleri soyuluyor ve sırtına çarmıh yükleniyor. Onu kalabalığın arasından işaret edip ‘ecce homo’ ‘işte o adam’ dedikleri taş kemer… Biraz ötesi İsa’nın haçın ağırlığıyla yere düştüğü nokta, daha ilerisi annesiyle karşılaştığı yer. Çarmıhı onun sırtından alıp yüklenmek isteyen Simon’la karşılaştığı nokta, elini dayadığı duvar, Veronika adlı bir kadının onun yüzünü sildiği yer, tekrar düştüğü nokta, ağlayan kadınları teselli ettiği nokta, üçüncü kez düşüşü…

Bundan sonraki güzergah Kutsal Kabir Kilisesi… Eski adıyla Kıyame… Ayağa kalkış anlamına gelen kıyame kelimesi şehir Arapların eline geçince çöplük anlamına gelen ‘Kamame’ye dönüşmüş. Şehirdeki mabetlerin böyle bir kaderi de var. Süleyman tapınağı da Yahudiler çıkartıldıktan sonra çöplük olarak kullanılmış. Hıristiyanlar için kutsal mekan olan Kıyame adlı bu yapı Yahudi ve Müslümanlarca bir dönem ‘Kamame’ olarak adlandırılmış. Bu adlandırma aslında üç bin yıl, belki dört bin yıllık şehirde farklı inançların birbirine mutlak bir tolerans ve anlayış ile hareket etmediklerinin de göstergesi.

Kıyame, Kamame ya da Kutsal Kabir Kilisesi İsa’nın ölümünün üzerinden üç yüz yıl geçtikten sonra inşa edilmiş, zeminde bulunan hafriyat kaldırınca Golgota Kayası ortaya çıkmış. Başlangıçta daha açık ve gösterişsiz bir yapıyken Haçlı Seferi sonrasında başlayan ve 20. Yüzyılın ortalarına dek süren süreçte bugünkü şeklini almış. Farklı mezhep temsilcileri kilisede yapılacak düzenlemeler konusunda fikir birliğine varamadığından zaman zaman sıkıntılar yaşanmış. Kimi zaman duvara çakılacak bir çivi, merdivenlerin süpürülmesi, lambalara konulacak zeytinyağı ya da gaz sebebiyle İsa’nın takipçileri birbirine düşmüş. Bu sebeple kilise anahtarı Müslüman bir aile tarafından korunmuş.

Mezheplerin arasındaki anlaşmazlık kilise içinde göze çarpıyor. Yeknesak bir üsluptan, daha çok tercih edilen bir renkten, klasik mimarinin herhangi bir ekolünün baskınlığından söz etmek mümkün değil. farklı dönemlerde inşa edilmiş şapellerin birleşiminden oluşan kaotik bir yapı. Fakat bu karmaşa bütünsel olarak ihtişamlı bir iç mimari oluşturuyor.

İsa’nın çarmıha gerildiği yer, kilisenin ikinci katında, Golgotta Tepesi… Büyük haçın çevresindeki lambalarla aydınlatılan loş fakat gösterişli bir loca burası. Hacılar burada sıraya giriyor ve bir din adamının gözlemi altında eğilip onun gerildiği çarmıhın zeminindeki taşa dokunuyorlar. Biz de insan kalabalığına katılıyor ve taşa dokunuyoruz. Camlaşmış, saydamlaşmış bir taş geliyor elimize. Boşluğun içinde içine dilekler yazılmış bir takım kağıtlar var. Taşın çevresindeki ışıklar Hıristiyan mezheplerini temsil ediyor. Duvarlar İsa’nın hayatını ve çilesini konu eden son derece çarpıcı resimlerle kaplı.  Çarmıhta can veren İsa’nın cesedi kilisenin içinde kalan bir noktaya geçici olarak defnedilmiş, bu aln da rahiplerin gözlemi altında ziyaret ediliyor. Kilisenin girişinde zeminde yer alan taş ise onun gasledildiği, vücudunun yağlandığı teneşir taşı. Yüzlerce yıldır insanların dokunuşları ile taş aşınıp camlaşmış. Taşa dokunan avucumda efsunlu yoğun bir koku kalıyor. 

Kutsal Kabir Kilisesi, İsa’nın çarmıha gerildiği Golgota tepesini, cesedinin gasledildiği noktayı ve kabrini içeriyor. Kilise, Kudüs Rum Ortodokslarının Patriklik merkezi olmakla birlikte içinde Katoliklerin, Ermeni Apostolik Ortodoksların, Kıpti ve Habeşi Ortodoksların ibadetlerine özgülenmiş ayrı ayrı alanlar var. Girişin altında merdivenlerle inilen üç kat daha bulunuyor. Her bir katta ayrı dillerde İsa anılıyor.

Kilise içinde bize nereden geldiğimizi soran yaşlı adama oğlum ’Türkiye’den geldik’ cevabını verince adam gülümsüyor ve bütün dinlere saygı duyduğunu söylüyor. Dışarı çıkıp kilisenin avlusunda oturuyoruz. Avluda oturan her grup farklı dillerde konuşuyor. Kulağımıza en çok çarpan diller Rumca, İspanyolca, Rusça ve İngilizce.

Akşam yemeğini yediğimiz Kore lokantasının önünde cigara içerken ateşimi isteyen adam önce nereli olduğumu, sonra Yahudi olup olmadığımı soruyor. ‘Ya sen?’ Diyorum. Rus ve Hıristiyan olduğunu söylüyor.

Yüzü hemen hemen bir cesede aitmişçesine solgun ve yorgun, gözlerinin altında mor halkalar… Kitabi ve yüksek bir Rusçayla Neden burada olduğumu soruyor. ‘Görmek için’ diyorum. ‘Ya sen?’

Gözleri doluyor, çenesi titriyor. Ağzına götürdüğü sigarasını geri çekiyor.

‘Dua etmek için… Ülkem için dua etmek üzere geldim. Benim ülkem perişan oldu’ diyor.

Ağlıyor karşımda. Çocuk gibi ağlıyor. Saatlerce konuşuyoruz. Rusya’dan, Ukrayna’dan, Seferberlikten, Rus tarihinden, Rusya’nın karanlık bir boşlukta kaybolmuş geleceğinden… Geç saatte Ben Yehuda’da kaldığım binanın önüne kadar götürüyor beni. elimi tutuyor ve ‘Benim ülkem için dua eder misin?’ diyor.

‘Hıristiyan olmadığımı biliyorsun’ diyorum.

‘Burası Yerusalim!’ diyor. ‘Görmüyor musun, herkes ayrı bir yoldan aynı Tanrı’ya yakarıyor.’

aksa

Doğu şehirlerinin geleneksel çarşılarından birisi… Baharat, şekerleme, Çin malı telmaşa turistik eşyalar, deri mamuller satılan küçük dükkanlar ve çayhanelerin arasından geçip birkaç basamakla kemerli bir iç avlu kapısı önünde durduruluyoruz. Kapının dışında üniformalı silahlı gençler nereli olduğumuzu soruyorlar.

-Türkiye

Sinema dünyasının komik tiplerinden biriyle karşılaşmış gibi alaylı bir şekilde gülümseyip kapının iç tarafındaki adama ‘Seninkiler geldi,’ anlamına gelen bir gülümseyişle bizi işaret ediyor. Kapının iç kısmında duran sıhhatli, iri kıyım bir genç adam komik bir ciddiyet yüzü ile önümüzü kesiyor.

-Are you Müslim?

Görünüşümüz onu ikna etmemiş olmalı ki Fatiha okumamızı istiyor. Eşim ve kızım orada bulunan uzun yeşil kıyafetleri üzerlerine geçirip başlarını kapıyorlar. Kapıdan geçip Kubbetüs Sahra’ya çıkan merdivenleri tırmanıyoruz. İşte burası… İlk gençliğimin fonundaki yumuşak ve acıklı bir ses tonuyla söylenen ezgilerin konusu mabet. Sonraki yıllarda bu ezgiler tehditkar bir sesle söylenen Arapça marşlara dönüştü. ‘Ardulena, Kudüsülena… Vallahü bi kuvveti imana…’ Şimdilerde ezgilerin marşların yerini söylenmeler, şikayetler, istifalar aldı. Bu süreç aynı zamanda İslamcılık düşüncesinin başı romatizm, ortası kör döğüşü, sonu da trajik bir yenilgi.  

Alt avludan merdivenlerle çıkılan geniş platformun en yüksek noktasında altın renkli kubbesiyle güneşte pırıldayan Kubbetüs Sahra… İçinde İbrahim’in oğlunu kesmek için yatırdığına, İslam Peygamberinin göğe yükselmek üzere bastığına inanılan kaya… Düşündüğüm gibi büyük bir yapı değil. içi bir ahşap paravanla bölünmüş, bir tarafta kadınlar, bir tarafta erkekler.

Avlu hemen hemen boş. Bir iki yerde gölgeliğe oturmuş kadın grupları var. doğu yönünde Zeytindağı… Avlunun bu cephesi teraslar halinde aşağı iniyor. Aşağıda zeytin ağaçları, minareler, taş binalardan oluşan kadim şehir. Güneyinde merdivenle inilen bir başka geniş platformun karşısında Aksa Mescidi. Bir Roma Bazilikasının yerine Ömer tarafından inşa edilen mescid buradaydı. Sonraki yıllarda Aksa Camii’ne dönüştürüldü. Cami avlusundaki banklarda rahat tavırlı yerliler ve Avrupalı bir grup var. Arnavutça konuşuyorlar. Remzi ! diye sesleniyor birisi diğerine. Remzi benim memleketimin insanlarına benziyor. Beyaz tenli, saçları dökük, traşlı yüzlü zayıfça bir adam.

Camiye girenler kapı önüne konumuş büyük bir kutudan hurma alıyorlar. Genişi bir iç alana sahip duvarlarında muhteşem hatlar bulunan gösterişli bir cami Aksa Mescidi. Beş altı sıra halinde oturmuş cemaat, yaklaşan namaz vaktini bekliyor.

Platformun doğusunda gömülmemiş cesetler gibi gelişigüzel sıralanmış roma sütunları, sütun başlıkları var. birkaç şadırvan ve bizim memleketimizdeki kadar yüksek olmayan zeytin ağaçları…

Avlunun dört cephesinde yüksek sütunlar üzerine kurulu gösterişli kemerlerden oluşan yedi kapı var. Kapılardan birisi İsrailli askerler tarafından tutuluyor. Burası Mağrib kapısı. Bu kapının açıldığı Mağribi mahallesi artık yok. Onun yerinde Ağlama duvarının önündeki geniş boşluk var.

Aksa, caminin değil, bu iki yüksek platformdan oluşan 144 dönümlük Harem bölgesinin adı. Bir başka deyişle bu iki geniş terastan oluşan platformun tamamı Mescid-i Aksa. Batı yönündeki duvar Yahudilerin Ağlama Duvarı.

Üç bin yıldır Tanrıya yakarılan bu yükselti kesintisiz yakarıların oluşturduğu atmosferle dingin ve huzur verici. Tatlı bir güz güneşi şefkatle dökülüyor mermer zemine. Doğu şehirlerine özgü baharat rayihalı bir rüzgar yüzümüzü okşuyor. Kubbetüs Sahra’nın etrafında güvercin sürüleri dönüp duruyor. Zeytin ağaçları kımıldanıyor, bundan bin dört yüz yıl önce peygamberin müezzini Habeşli Bilal’in ezan okuduğu yerden ibadete davet nidası çınlıyor.

-Allah en büyük, Allah en büyük !

. . .

Tanrım… Bilmem ki ne yapacaksın çamurdan yoğurup ruhundan üflediğini söylediğin bu insancıkları ! Bilmem ki nasıl adil olacak, nasıl yargılayacaksın onları. Göğe yükselen bu çağrıya uyup dört cihetteki kapılardan avluya yürüyen bu esmer, bu beyaz, bu kızıl yüzlü adamları, başlarını, vücutlarını sarmalayıp burada toplanmış kadınları. Ve onların senin önünde eğildikleri bu mabedin duvarında ağlayan başı Kippalı, şakakları lüleli yaşlı adamları, ergen çocukları, kadınları… Yahut iki bin yıl önce yapılmış haksız bir yargılamanın kurbanı genç adam uğruna gözyaşı döken Güney Amerikalıları, Korelileri, Rusları ve Akdenizlileri, siyah ve beyaz adamları… Bilmem ki nasıl paylaştıracaksın adil bir hesabı onların arasında.     

Bilmem ki neydi önce onların içinden bir kabileyi seçip ayrıcalıklı kılman, ve sonra ayrıcalıklı kıldıklarının içinden çıkan birinin çarmıhta can vermesine izin vermen, ve sonra bu yükseltiden gönlünü geçirip çölün ortasında bir vadide karar kılman… Ardından bu insanların hepsini senin hakkındaki zanları sebebiyle birbirine düşürmen… Bilmem ki neden?

. . .

Akşam tülleniyor… Şehrin güney ucunda birisinin çatısından diğerinin kapısına çıkılan evlerin birinin üzerinde önümüzdeki şehir manzarasına bakıyoruz. Kalabalık bir kız öğrenci grubu geçiyor önümüzden. Kızlardan birisi yere düşüp yuvarlanıyor, kahkahalar atarak kalkıyor ve bir iki adım attıktan sonra tekrar yuvarlanıyor. Benim geldiğim yerde bunca genç kızın olduğu bir grup daha çok gürültü çıkarır…

Akşam güneşi tülleniyor karşımızdaki kadim şehir manzarasının üzerinde. Karşıda Zeytin Dağı badem çağalasından neftiye yeşilin türlü tonuyla yalazlanıyor. Benim geldiğim diyarda böylesi manzaraları izlerken cigara yakar insanlar. Cigaramı yakıp üflüyorum. Karşımdaki pastel renki manzara hareleniyor.

Kem beneyna min hayalin havlena, diye çağrışıyor zihnimin gerisinde Ümm Gülsüm.

Kem beneyna min hayalin havlena…

. . .

Zeytindağı

Edebiyat, şehirlerin yukarıdan göründüğü dağlara, tepelere ne çok anlam yükler. Şairler dağlarla, tepelerle konuşur şehirde olup biten hakkında. Dağlar tepeler şehirlerin, köylerin kasabaların ve orada yaşayan herkesin öyküsünün şahididir çünkü.

Savaş’tan dönüp Üsküp’ün harabesiyle karşılaşınca Yıldız Dağı’na dert anlatan Rumeli delikanlısını anmasak olmaz. ‘Yıldız Dağı işte da geldim yanına… Bir teselli versana garip canıma…’ 

Şehriyar’ın söyleştiği Haydar Baba dağına selam olsun, ‘Heydar baba dünya yalan dünyadı… Süleyman’dan Nuh’tan kalan dünyadı… Oğul doğan derde salan dünyadı… Her kimseye her ne verip alıpdı… Eflatundan bir guru ad kalıptı…’

Üç bin yıldır birileri de Zeytindağı’ndan karşıdaki şehrin manzarasına bakıp Zeytindağı ile söyleşir durur. Şehre dair en derin hissedişler, en samimi iç döküşler bu söyleşilerdedir. Aslında bugün insanlığın en azından yarısının inancını oluşturan söyleşilerdir bunlar.

Uçsuz bucaksız sahralarda koyun otlatırken hayal gücünü bilemiş çobanların zihninde uyanan görüntüleri görebiliyorum buradan. Davut’un hayalini, Golyat’ın endişesini, Nabukadnezar’ın hırsını, Üzeyir’in kederini, İsa’nın hüznünü, Meryem’in acısını, Ömer’in huşuunu, Velid’in planını, Richard’ın onurunu, Selahaddin’in gururunu, Yavuz’un hırsını… Şehrin tarihine ilişkin ansiklopedik bilgileri tekrar eden akademisyenlerin göremediği şey bu. Başında ısındığınız kocaman ateşe atılmış olan odunlar üzerinde nice karıncalar, nice örümcekler, pireler, tahta kuruları yanıp heder oluyor.

Zeytindağı işte o heder olup gidenlerin öyküsünü saklıyor.

Adem’in yaratıldığı toprak bu dağdan alınmış, Üzeryir burada yüzyıllık uykuya dalmış. İsa burada ilahi görev almış, buradan göğe yükselmiş. Bu yükselişin anısına dağda çeşitli mezheplere ait Yükseliş kiliseleri ve şapeller ile Müslümanlara ait yükseliş mescitleri, mihrapları var. Dağın en görkemli yapılarından birisi Viktoria Manastırı. Falih Rıfkı’nın eserinde Zeytindağı’nı işte bu manastırın kulesinden izlemiş olduğu kayıtlı.

Dağla şehrin arasında ‘Hidron Vadisi.’ Muhtemelen eski çağlarda bu vadinin ortasından düzensiz akışlı bir dere geçiyordu. Dolayısıyla vadi bataklıktı. İbrani inancına göre Sırat Köprüsü dağ ile şehir arasına gerilip insanlık bu körünün üzerinden geçirilecek. Dağın yamacında İsa’nın tutuklanmadan önce havarileriyle birlikte bulunduğu Getsmane Bahçesi… Kuzey Kafkasya dillerinde Yelsmani, cennet anlamına geliyor. Günümüzde Cüsmaniye Kilisesi adı verilen bir kilise var burada. Kilise bahçesinde İsa’nın dokunduğu Zeytin ağaçları…

Getsmane Bahçesinin aşağısında Hidron’a yakın bir noktada İsa’nın tutuklanıp götürülürken şehre bakıp ağladığı yere kurulu Gözyaşı Kilisesi…

Zekeriya’nın, Meryem’in, Meryem’in babası İmran ve annesi Hanna, eşi ya da nişanlısı Yusuf’un mezarı Zeytindağında. Burada gömülü olmak tarih boyunca Yahudi ve Hıristiyanların dünyadan son arzusu olmuş. Bu sebeple dağın şehre bakan yüzü üç bin yıldır buraya gömülen milyonlarca cesedi saklıyor. 

Mezarlığın aşağısında Davut’un isyankar oğlu Avşalom’un kabri… Vadinin diğer yanı ise bin yıllık Müslüman Mezarlığı.

  . . .

Bundan tam yüz yıl önce bir başka İstanbullu, Falih Rıfkı dağ denemeyecek bu yükseltinin üzerinden doğuya doğru baktı ve şunları yazdı defterine.

‘Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lut Denizine ve Gerek Dağlarına bakıyorum. Daha ötede Kızıl Denizin bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’dir. Daha aşağıda Lübnan var. Suriye var. Bir yandan Süveyş Kanalı’na, diğer yandan Basra Körfezi’ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız ! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum.

Çıplak İsa, Nasıra’da marangoz çırağı idi. Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman altında kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey sadece Türk kağıdı değil, ne Türkçe, ne Türklük…

Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.’

Kaç kere okudum bilmem bilmem onun Zeytindağı adlı muhteşem eserini. Her okumamda ezber ettiğim satırlar boğazımda düğümlenerek… Ben o imparatorluğun çocuğu değilim, o imparatorluğun enkazında kalmış olanların çocuğuyum.

Tıpkı yüzyıl önce buralarda görev yapan Türkler gibi Falih Rıfkı’nın deyimiyle bir turist olarak geziyorum sokaklarda. Yüzyıl önce kaledeki muhafızdan, şehirdeki mutasarrıftan ve birkaç memurdan ibaret Türk varlığı bu şehir tarafından nasıl benimsenmediyse benim varlığım da iğreti, benim varlığım da bir yolcunun gelip geçiciliğinden ibaret.

Peki neyimiz olur bizim Kudüs? Dün neyimiz idi, bugün ne?

Ümm Gülsüm’ün dediği gibi ‘Ne çok hayaller bina ettik etrafımıza… Ne çok hayal ile çevreledik varlığımızı.’

Beş asır önce anahtarını teslim aldığımız, beş asır boyunca surre alaylarıyla servet akıttığımız, uğruna Anadolu çocuklarının kanını seyelan eylediğimiz, hatırasına şiirler yazdığımız, hareminde birkaç adam bağırıp çağırınca ayağa kalktığımız, dış politikamızı ona göre dizayn ettiğimiz bu taş yığınının nesiyiz biz?

O bizim Yahya Kemal şiirinde bahsedilen Mehlika Sultanımız… Fakat onun için biz hiçbir şeyiz. İşte Rum’un, Ermeni’nin, Dürzinin, Musevi’nin elli çeşidini barındıran koca şehirde olmayan tek şey Türk… Suriye’den Türkiye’ye yerleşmiş bir tarihçinin sözleri çınlıyor kulaklarımda. ‘Buraya geldikten sonra öğrendim ki sizin tarihiniz bizim topraklarımızda egemen olduğunuzu yazıyormuş. Komik bir yalan bu. Hiçbir Arap memaliki, ne Suriye, ne Filistin, ne Mısır, ne Irak, ne Hicaz hiçbir zaman Türk’e ait olmadı. Araplar kesintisiz bir şekilde özgür yaşadılar ve sadece belli şehirlerde şehir nizamını korumanız için sizin bulunmanıza izin verdiler. Abbasi devrinde de Memlük devrinde de Osmanlı devrinde de size bizim için savaşma vazifesini verdik, siz de bunu büyük bir sadakatle yerine getirdiniz, hepsi bu.’

Haklıydı büyük ölçüde. Ne asker aldık, ne eğitim verebildik, ne dil öğrettik, ne şehir kurduk. Halep’ten güneye Türk, bazı şehir merkezlerinde Arab’ın gönlünden kopan ölçüde vergi tahsil etmekten başka hiçbir şekilde otorite olamadı. Sadece öldük bu topraklar için, başkalarına karşı elimizle, silahımızla, dilimizle savunduk onları.

Hal böyle iken bu uçsuz bucaksız topraklara camiler yaptık, kamu binaları inşa ettik, demiryolu döşedik, gönüllerini almak için kaymemizi kabul etmediklerinden altın saçtık. Türk’ün emeğiyle, kanıyla kurulmuş koca imparatorluğu sağmal bir inek gibi yatırıp memelerini çölün uçsuz bucaksız kuraklığına doğru akıttık akıttık.

-Ene min Ğazze ! diyerek el uzatan Arap dilenci, Türk’ün o avuca para bırakacağından hala emin. O heyecanın canlı tutulması için Aksa’nın hareminde her ay bir itişip kakışma, kimi zaman ölüme sebebiyet verecek eylemlerin kesintisiz sürmesi lazım.

. . .

Türk İslamcılığı Türk’ün etrafına bina edilmiş hayal çeperinden beslendi. Asla bilimden, asla reel reel politikadan, asla ulusal çıkardan değil, sığ bir edebiyattan, kekeme bir şiirden beslenerek büyüdü. Anadolu taşrasının bilmem hangi köyünde mezrasında doğmuş, dinin öyle emrettiği zannıyla dünyadan nasibini almamış cumhuriyet doğumlu şairlerin ürettiği şiirimsilerle politik kıblesini üç bin yıllık bir tapınak yıkıntısının bulunduğu bu tepeye çevirdi.

Düşünde mescid-i Aksa’yı gören şair keşke düşünde hep bin yıldır kendisine yurt olan, besleyen, doğuran, medeniyetin her türlü lütfunfan mahrum kalan, her otuz yılda bir evlatlarını adı duyulmadık cephelere yollayıp telef eden Anadolu bozkırını görse idi.

Kudüs’e yürü, diyen, imanı sarsılmaz ama gözü gerçeğe kapalı şair keşke bilimin gücü ile yürümeye davet etseydi Anadolu çocuklarını. Yüzlerce şiir ile oluşturulan Kudüs sevdasının bir hayalin binası olduğunu söyleseydi gençlere.

. . .

Zeytindağı’nın karşısındaki tapınak yıkıntısının üzerine mescidi yaptıran Emevi Halifesi Velid’in bir politik hesabı vardı. Dünyanın dört yanından hacıların aktığı bu şehir, içinden çıktığı fakat kendisine muhalif bir anlayışın elindeki Mekke’nin alternatifini bir kenarda tutmak…

Biraz İslam ilahiyatı okumuş her makul zihin bilir ki Müslüman Arap, Kudüs’ü bir politik hesap ile sahiplenmiştir. Bu sahiplenme hissinin anlaşılır gerekçeleri vardır, fakat Kudüs bugün duvarının önünde ağlamak için iki bin yıl dünyanın dört köşesinde sürgün beklemiş Musevi’nin, o şehrin sokaklarında peygamberi sürüklenmiş Hıristiyan’ın dini gerekçelerle sahip çıktığı bir şehirdir. Fakat geçmişte de günümüzde de Müslüman Arap’ın Kudüs’teki hak iddiasının gerekçesi dinsel değil, politiktir.

Müslüman Türk’ün Kudüs’teki hesabının ne olduğu konusu ise şairlerin dizelerine bırakılmayacak kadar önemli bir meseledir.

. . .

Son akşam…

Sabah Kudüs’ten ayrılıyoruz.

Gece… Bulunduğumuz yüksek yapının yakınında bir yerlerden düzenli trampet sesleri ve bir ağızdan yükselen coşkulu haykırışlar duyuyoruz. Bir düğün mü bu, bir tören mi, bir karşılama mı, kutlama mı? Gürültüler karşımızdaki sokağın içinden bize doğru yaklaşıyor, kısa fasılalardan sonra yeniden yükseliyor, coşkulu bağırışlara çığlıklar, alkışlar, ıslıklar ve korna sesleri karışıyor.

Eşimle birlikte aşağıya inip sesin geldiği yöne gidiyoruz. Caddenin ortasında, ellerinde pankartlar, ibranice yazılmış dövizler, kartonlar tutan ve bir marşın nakaratını tekrar edercesine bağıran bir genç kalabalığı… Grubun önünce kızıl saçları örgülü genç bir kız var. İstanbulluyum dese şaşırmayız, öyle bizden. Genç kız, halka olmuş bir trampetçi kalabalığını bir orkestra şefi kadar ustalıkla idare ediyor. Onun işareti ile tempo tutuluyor, o parmaklarıyla sayı belirtiyor ve grup slogan değiştiriyor… Öyle profesyonel, öyle talimliler ki. Çoğu ülkenin askeri birliği böyle nizami bir şekilde topluca hareket edemez. Hepsi genç, hepsi dünyanın herhangi bir yerindeki Üniversiteli gençler gibi giyinmiş, ayaklarında pantolonlar, kimisi mini etekli, birisi hemen hemen sadece çoraplı… Erkekler de öyle. Kot pantolonlu, uzun saçlı, tişörtlü, kapüşonlu gençler…

Hep bir ağızdan haykırarak trampet çalan bu genç kalabalığını çoğu günlerdir karşımıza çıkan türden lüleli, sakallı, siyah şapkalı Ortodoks Yahudiler çevrelemiş durumda. Onlar da öfkeyle haykırıyor genç grubuna. İçlerinden birisi gençlerin grubunun ortasına girip hepsinin yüzüne karşı bağırıyor… İyi şeyler söylemediği belli. Orta parmağını uzatıyor, hatta bütün vücuduyla ayıp çağrışımlı hareketler yapıyor. Çevreden destek veriyorlar ona. Trampet çalan gençler şaşırtıcı bir kayıtsızlıkla devam ediyorlar slogan atmaya, marş söylemeye…

Elimizdeki telefonlardan ibranice pankartların fotoğrafını çekip çeviri yapıyoruz. Kadına lşiddete hayır, kürtaj serbestisi, kadın özgürlüğü, toplumsal cinsiyet, LGBT özgürlüğü, trans bireylerin özgürlüğü konulu talepler var.

Yaşlı bir adam çiçek teraslarının üzerine çıkıp onlara doğru sesini yükseltiyor. Evrensel vücut dili hareketleriyle küfürler ediyor. Onun da elinde pankart var. Çeviriyoruz… Dünya nüfusunu beş yüz milyona düşürmeyi hedefleyen şeytani güçlerden bahsediyor. Covid önlemleri ve aşının bu oyunun bir parçası olduğunu iddia ediyor. Netenyahu, Macron, Biden gibi dünya liderlerine hakaretler ediyorlar. Siyonistler de payını alıyor bu eleştirilerden. Dindar Yahudinin Yahudi siyasetine bakışını öğrenmiş oluyoruz bu sayede. Aynı pankartı Türkiye’de bir Çarşamba dervişinin eline tutuşturmak mümkün…

Çok değil, bundan yirmi yıl öncesine dek dünya gençliği sosyal adalet için, halkların özgürlüğü için, savaşa karşı çıkmak için biraraya gelirdi. Artık yeryüzünün ortak derdi toplumsal cinsiyet. Çok değil on on beş yıl öncesine dek hiç kimse dünyanın dört bir yanında insan topluluklarının böylesi bir taleple sokağa çıkacağını düşünemezdi bile. İnsanoğlu özgürlük, adalet, eşitlik, kardeşlik derken sonunda burada demir attı.

Burada, Tanrı’nın şehri Kudüs’te bile geçmişte olduğu gibi bugün de insan soyu kendisine verilenle yetinmeyeceğini haykırıyor gökyüzüne. Bu sefer başkaları için değil, bu sefer toplum için değil, bu sefer Tanrı’nın rızası için de değil, teni için… Başlangıcına şahitlik ettiğimiz büyük bencillik çağının sloganı bu… kızıl saçlı ufak tefek kız gruba işaret ediyor… Trampet sesine sloganlar karışıyor… Zeytindağına, Kamame Kilisesine, Yerusalim’in tarihi duvarlarına doğru dağılıp yayılıyor. Bu şehirde vaktiyle yükselmiş başka seslere karışıyor…  

 ‘Eli ! Eli lema şevaktani !’

HULUSİ ÜSTÜN    

KUDÜS YOLCULUĞU NOTLARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön